Göğsünün üzerinde birikip ıslak bir iz bırakan her damla, onu hayata
bağlayan bir bağ değil, hayattan kopan bir tel gibiydi.
Soğuktu, kesiciydi ve
her damla, "Neden ben?" diye sormadan inen cevapsız bir soruydu.
Bu ağlayış öyle sessizdi ki, dışardan bakıldığında sıradan
zannedilebilirdi. Ama içeride — iç dünyasında — bu gözyaşları, bir haykırışın
çevirisiydi.
Ve o an, Vedia’nın kalbi atmaya devam etse de onun içindeki “o eski
kadın” yavaş yavaş daha derinlere gömülüyordu.
Bir hastane odasında değil yalnızca, kendi hayatının kıyısında
hissetti kendini. Bir koltukta oturuyordu, evdeki eski kanepe — yıpranmış
kumaşı, sırtına saplanan yayları, tam da iç dünyasını yansıtıyordu.
Hayatı,
yaşamakla yok olmak arasında bir geçiş çizgisi, belirsizliğin, yorgunluğun ve
kararsızlığın kıyısında geziniyordu. Umutla karamsarlık, cesaretle yılgınlık
arasında gidip gelen bir salınım yaşıyordu.
…
Dışarıda soğuk bir Varşova akşamı…
Sert havanın nefesi sokaklarda titriyor,
Işıklar donuk, adımlar ağır,
Gökyüzü gri, ağırlıkla bulutlar çöküyor...
İçeride ise zaman yavaş ilerliyor,
Sessizliğin derinliğinde eriyen bir kadın.
Nefesleri hafif, kelimeleri kayıp,
Gölgeler omuzlarına yorgun bir örtü seriyor.
Duvarlar anlatsın diye hikayeler fısıldıyor,
Ama kelimeler boğazında tutuluyor,
Bir zamanlar sıcak olan hayaller,
Şimdi buzla kaplı bir su gibi donuyor.
Ve o kadın, dışarıdaki soğukla değil,
İçindeki yalnızlıkla titriyor;
Varşova’nın donuk akşamında,
Kendi sessizliğinin içinde yavaşça eriyor.
…
Ne bir el vardı saçını okşayan, ne bir ses vardı "buradayım"
diyen. Duvarlar kadar soğuk, eşyalar kadar hissizdi her şey. O an, dünyanın en
kalabalık şehrinde bile olsa, yapayalnızdı. Ama bu yalnızlık sokaktaki bir
başıboşluk değil, tanrısal bir terk edilişti.
Acziyet, yalnız başına altına
girilen bir tabuttu. Ve Vedia bu tabutun kapağını elleriyle kapatıyor gibiydi.
Sahipsizlik,
sadece bir "kimsesizlik" değildi. Sahipsizlik, bir adı taşıyamamaktı.
Bir fotoğrafta eksik kalmaktı. Bir sofrada oturacak sandalyesi olmamaktı. Yaşarken
ölmüş gibi, yaşarken unutulmuş gibi, yaşarken görünmez gibi olmaktı... Zihninde
kendi cenazesine gelenleri düşündü.
Kaç kişi haberdar olurdu? Kaç kişi “yazık
oldu” derdi içinden, geçerken? Ve kaç kişi gerçekten acı çekerdi onun
yokluğuyla? “Hiç kimse,” dedi sessizce. Ama sesi sadece kendine çarptı, geri
dönmedi. Çünkü sahipsizlik, cevapsız duaların çoğaldığı bir mekândı.
Orada ne
Tanrı hemen cevap verir ne insan kolayca dayanırdı. Ama en çok da acizlik vardı
işte. Kendi göğsünü tutarken, ellerinin titremesi değildi mesele. Kendi
bedenine bile hükmedememekti.
Orada, o an, bir kadın değildi artık.
Bir hasta
da değildi. Bir birey bile sayılmazdı.
Orada yalnızca “eksilen” bir varlıktı.
Sahipsiz,
sessiz, kırılgan ve görünmez bir varlıktı.
...
Devamı var
...
Ga-310725
(
Adını Unutan Kadın-16 başlıklı yazı
KOCAMANOĞLU tarafından
10.11.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.