Bu güne kadar neyin
kaygısını duymadımsa bir telaş sardı son zamanlarda benzemek adına.
Müdahil etmek kendimi
belli belirsiz kaygılarla. Aidiyet duygusu büyük ihtimalle. Ait olsam ayrı dert
farklı olsam ayrı dert. Ve bu kaygıyı güderken bu sefer de sınır ihlalleri peyda
oldu.
Bir yanım çekiştiriyor
beni ve haykırıyor:’’Yaşının insanı olmalısın ve ne kadar kural kaide varsa
uymak zorundasın’’ diye. İyi de kime neyi ispatlayacağım. Kimi ne ölçüde ve
hangi örtülü ödenekle mutlu mesut edebilirim ki…
Kaygılar diz boyu
anlayacağınız…
Ne yaşımın insanıyım ne
de çağa ayak uydurabilmekteyim. Zorla güzellik olmaz ki. Mış gibi de ne yaptım
ne de bu saatten sonra bürünürüm biçilen rollere.
Kazık kadar boyumla ve
çoktan kemale ermiş yaşımla küçük bir kız çocuğunun kesişen yolları ise ayrı
dert. Hala renklerin coşkusu içimi doldururken ne zaman çıksam dışarı iyi kötü
renk renk aksesuarlar almadan dönmem eve. İlla ki uğrayacağım yaşımla alakası
olmayan bir dükkâna ve illa ki o şımarık çocuğu doyuracağım. Beceremiyorum
yaşıma hitap eden ve kadınsı kaygılar taşıyan bir alışverişi. Bu da demek değil
ki soğuk ve uzağındayım bedenimin ya da halet-i ruh iyemin. Ama olamıyorum işte
ve yaşıtlarımın tutumlarına benzerlik teşkil etmeyi beceremiyorum. İki arada
bir derede yaşayıp gidiyorum anlayacağınız. Ama zihnim de hep meşguldür gerek
gündemle gerek gidişatla. Kolay değil doğrusu dengeyi tutturtmak. Belki de bu
yüzden çocuklarla ve yaşça büyük insanlarla ortak frekansta buluşmam. Ki frekansım
az kaymıyor da değil doğrusu.
Bir yanda ahkâm kesmek
bir yandan o şımarık çocuğun sesini bastırmak.
Benzememek adına uğraş
verirken bu sefer de başka bir kaygı hâsıl oldu içimde. Karaladıklarım
konusunda iç sesim isyanlarda. Biraz feyiz mi alsam ya da diğer kalemlerin
yazılarına benzerlik mi teşkil etsem dememe kalmadı ki sefil kalemimim oldukça
küstü bana. Ben onu zorladıkça sesi çıkmaz oldu.
Koca bir ömür iç sesimi
bastırdığım yetmezmiş gibi şimdi de geldim kalemimin gidişatına set çektim.
Aslında set çekmeye mecbur bırakıldım.
Bilmez miyim insan
denen mefhumun için için acıtan yankısını. Az mustarip olmadım hani şu ahir
ömrümde. Keza hangi işe el attımsa gelip buldular beni ve tüm azmimi, gayretimi
görmezden gelip, boğazıma sarıldılar. Ne mi yaptım… Döndüm arkamı ve terk ettim
o âşık olduğum dünyaları.
Sayısız dünya dâhil
olduğum.
İş yerlerinde, sayısız
eğitim kurumunda ve en son akademik kariyer adına koşturduğum fakülte
koridorlarında. Kim var kim yok geldi engellerle donattılar yürümeye hatta
koşmaya çalıştığım yolları.
Psikolojinin gizemli
dünyasında kendimi kaybettiğim o savruk yıllarım… Ne kadar safmışım. Kanmadığım
insan kalmadı. Devlet üniversitesi nihayetinde ve hepsi alanında başarılı
akademisyenler. Oyunu kurallarına göre oynamayı beceremediğim için en nihayetinde
pes ettim ve kös kös terk-i diyar ettim.
Evet, itiraf ediyorum
hatta bin kez. Kural ve uyum Hak getire. Ama istisnasız hangi mecraya girdimse.
Ne zormuş mızıkçılık
yapıp oyun dışı kalmak. Ben sadece tüm bedensel ve zihinsel potansiyelimi
sonuna kadar kullanıp başarılı ve mutlu olmak istemiştim. En sonunda tüm ruhsal
enerjim tükenip gitti mi geriye sadece bir boşluk kalıyor.
Başarının mutluluk
getirmediğini nihayetinde öğrendim. Sanırım dosttan ziyade düşman edindim bu
düzenekte. En iyi dostum hep kendim oldum. Kendi iç sesim, tüm pembe hayallerim
ve yine bana ihanet etmeyen ben.
Hayır, ne bencilim ne
de psikolojik tabiriyle ‘’egosantrik’’. Hatta bu kelimeyi ilk duyduğumda ve
şahsıma mal edildiğinde ne de kızmıştım. Evet, az buz kaprisim yok değildir
hani ve illa ki dediğimin yapılmasını isterim anımda. Ve ne yalan söyleyim,
huyum kurusun sevmenin yanı sıra sevilmek… Ama tek farkla: Gerçekçi olmalı ve
hak ettiğimde duymalıyım bu şatafatlı sözleri. Babaanneme çekmişim zahir.
Sevmenin yanı sıra sevilmeden duramayan. Tam bir Cumhuriyet kadınıydı. Dört
dörtlük bir anne. Ve kocasına sadık… Nasıl bir aşkmış da genç yaşta dul kalıp
tekrar nikâh masasına oturmadı. Ve inanılmaz severdi sevilmeyi. Tam bir sevgi
arsızı. Pek göstermezdi sevgisini ama sevmeye âşık bir kadındı. Ve bir o kadar
sevilmeye tutkun en az ailesine duyduğu bağlılık kadar.
Eğer sevmek ve sevilmek
bencillikse inanılmaz bencilim. Ve bir o kadar kıskanç. Ama hastalıklı bir
açılımı yok bu kıskançlığımın. Hani az uğraşmadım kendimi çözmek adına ve hala
o karışık yumakla başım dertte. İşte bu yüzden yazdığım her bir satır ve hatta
her bir kelime tam anlamıyla bir çözümleme süreci. Yazarken çok şey fark
ediyorum kendimle ilgili. Tam da bunu diyordum işte: Yazmak…
Yazmak, yazmak ve
yazmak… Büyük bir aşkla. Evet, aşığım yazmaya ve inanılmaz kıskanıyorum kendimi
eğer ki randıman kaybına uğramışsam bir yazımda bir öncekine göre.
Anlayacağınız yarışım kendimle. Yarış değil de başarı ve güzellik odaklı. Bazen
deniyorum başka tarzların ışığını almak adına. Ama şunu gördüm ki; haricimdeki
insanların yazdığı yazılar bir ışık olmalı. Zira ne zaman ki kopyalamaya
çalıştım görüyorum ki kalemim inanılmaz suskunluğa bürünüyor. Susmamalı. Zira
ben bir ömür boyu hep sustum. Eğer benzemek adına o da susarsa inanılmaz hayal
kırıklığı yaşarım. Zira ara sıra suskunluğa bürünüyor kalbi ve ucu
kırıldığında. Ve beraber susuyoruz, kalıyoruz baş başa ve hüzün çevreliyor dört
bir yanımızı. Ve soruyorum şu ucu kırık kalemime:’’Hey, sen nerelerdeydin bu
güne kadar’’, diye. Melun mahzun bakıyor bana ve iki damla yaşla yeniden
kenetleniyoruz.
Bir de kendimi çözdüm
sanırdım. Demek ki boşa kürek çekmişim. Sevmediğim ne varsa kulaçlamışım,
sevmediğim kim varsa dostum sanmışım ve ne varsa istemediğim sevdiğimi sanıp
peşinden koşmuşum ömür boyu.
Demek ki tam anlamıyla
bir kavram karmaşası yaşamışım ve soyutlamışım kendimi güzelliklerden.
Hey gidi hey dünya… Hey
gidi hey afakî ömür… Eh, ne yapayım şimdi oturup da dertleneyim mi geçmişe
bakıp. Artık bunu eledim günlük meşguliyetlerimden. Zira anımı yaşamak varken
nereye kadar vakit kaybedeceğim. Edeceğim kadar etmişken üstelik.
İşte yine bilindik ben
ve bir kucak dolusu hayal. Beklenti değil ama umut. Düş değil arkası yarınlar…
Hatalarımdan da ders
aldım mı benden iyisi yok. Ne yapabilirim ki haricinde. Dünyayı kurtarmaya ne
gücüm yeter ne de zamanım. Ne demişler: Gemisini kurtaran kaptan. Sakın ha,
yanlış anlaşılmaya mahal de vermeyeyim bu arada. Pek tabii ki bir o kadar da
duyarlıyım ve olmalıyım da haricimdeki dünyaya dair. Ama bu da demek değil ki
kendimden ödün verip çar çur edeceğim hayatımı.
Hayatlarımız değil mi
sadece bizlerin mesul olduğu. İyi de niye durduk yerde müdahale ederler. Hele
ki tam giderken yolunda illaki çelmek takan birileri çıkar. Her alanda ve her
yerde üstelik. O kadar çok düştüm ki dizlerim yara bere içinde. El verene de
rastladım desem yalan olur doğrusu.
Alıştım ve bir o kadar
da kanıksadım. Hele ki kendimi yerde bulmayayım şaşırıyorum doğrusu. Sanırım
iteklenmek, ötelenmek ve örselenmek alışkanlık yapmış bende.
Bunun ne zavallılıkla
ilgisi var ne de kötümserlikle. Zira bir o kadar gerçekçiyimdir ve altıncı
hissim kuvvetlidir. Ama hassas yapımın bir iz düşümü tüm kaygılarım ve
duyumsadıklarım.
Bakmaktan ziyade görmek
ve duymaktan ziyade dinlemektir desturum her ne kadar sesim duyulmayıp varlığım
görünmezden gelinse de.
Herkes kadar yalnızım
ve en az herkes kadar da kalabalık. Ve bir o kadar eşlik ederken o katmerli
duygular.
Artık biliyorum
gerçeklerin çarptırıldığını ve bu yüzden uyum sağlamakta zorlanıyorum.
Mutsuzken mutluyum demiyorsam acımaklı bakışlar nasıl da odaklanır, bilmez
miyim. Ve bir o kadar iştahını kabartır mutsuzluk diye addedilen, o aciz
nefislerin.
İsteyen istediğini
düşünsün. Ve bu açıdan da rahatım ve eminim hem kendimden ve yaşadıklarımdan
hatta yaşamadıklarımdan ve tüm yaşanmışlıklarımdan.
Dünya ne cennet ne de
cehennem ama her ikisinden de emsaller taşımakta. Ve işin açıkçası
hazırlıklıyım tüm müspet ya da menfi kazanımlara ya da kayıplara. Zira şunu
öğrendim ki; hayatta hiçbir şey ve hiç kimse kalıcı değil. Yeter ki tevekkül
edelim ve sabrımızı sürdürelim.
Her şey bizler için. Ve
bu yüzden anımızın kıymetini bilip, bildiğimiz yolu adımlamalıyız. Ve tabii ki
de güzelliklerin eşliğinde…