Yaşam her zaman planlandığı gibi akmaz. Bir bakarsın olaylar farklı gelişir. Yaptığın planı değiştirmek zorunluluğu ortaya çıkar. Yeni durumlara göre ayarlarsın kendini istesen de istemesen de.

 

         Benim durumum da öyle oldu. İki aile anlaşıp Kuzuluk-Akyazı’da devre mülklerdeki kaplıcalara gidip bir hafta dinlenecektik. Eşimin İstanbul’da oturan torunlara bakma zorunluluğu son anda ortaya çıkınca kaplıcalara arkadaşımla yalnız gittim.  Randevuyu iptal etmek etik olmazdı.

 

         Bir haftalık dinlenme sürem olmasına karşın yanıma bolca kitaplar aldım. Neler neler: Ö Asıf’ın Çiçek Senfonisi. Y. Atılgan’ın Anayurt Oteli, Kısa Öykünün Büyük Ustaları, Bir Geyşanın Anıları ve de Ömer Asım Aksoy’un Deyimler Sözlüğü… Elbet bir de yazılarımı çoğu kez önceden yazdığım defterimi almayı da unutmadım.

 

         Akşamın yaklaştığı yağmurlu bir kasım sonu vardık memleketimin şirin mi şirin bir beldesine. Gökyüzünü kara kara bulutlar kaplamış, etrafı sisler, puslar sarmıştı. Sonbaharın son ayının sonları olasına karşın hava ılık; insanlar öyle sıkı giyinmemişti. Kocaeli’nin kirli, kasvetli havası yok bu yerlerde. Avrupalılara parmak ısırtacak güzellikte planlı, bol yeşil alanlı, yürüyüş parkurlu geniş bir alana kurulmuş devre mülk siteleri. Yollar geniş, insan kalabalığı yok. Farklı bir mekândaydım. Güzellikten, sadelikten yana.

 

         Arkadaşım önceki yıllarda sık sık ziyaret etmiş bu güzel tatil beldesini. Tesislerin kuruluşundan beri sürekli müdavimi olmuş şifa dağıtan kaplıcaların.  Bir gezi kılavuzunu aratmayacak yoğunlukta bilgi verdi çevre hakkında. Kaplıca suyunu çıkarmak adına çalışmalara başlanıp ilk sondaj vurulduğunda sıcak sular petrol sondajı sonucu bulunan ham petrolün yükseklere fışkırması örneği yükseklere fışkırmış. Bu çalışma esnasında bir mühendis ölmüş.  Suyun membaı bol ve aşırı sıcak.

 

         Beldenin üç tarafı yayvan yapraklı daha çok kestane, gürgen, ıhlamur ağaçlarıyla kaplı tepelerle çevrili. İkinci gün başlarken tepeleri gece yağan kar beyaza boyamış olarak gözlemledik. Yine de sıcak kaplıca suyunun etkisinden olacak çok hoş, ılık sabahlara uyandık bir hafta süresince.

 

         Yer üstü ve yer altı zenginlik kaynaklarımızın dünya ülkelerini kıskandıracak kadar bol olduğu ülkemizde kaplıca suyunun ortaya çıkarılması önceleri küçük bir köy görümünde olan beldeye bir canlılık getirmiş. Devre mülk alanı içinde lokantası, pastahanesi, büyük alış veriş merkezi ve çeşitli sosyal etkinlikler adına tesisler yapılmış. Yüzme havuzu, masaj salonları, turistik oteli ilk gözlemlediklerimin bazıları…

 

         Arkadaşım, eşiyle bir akrabasını ziyarete gitti. Zaten müstakil dairelerdeyiz. Gün orta oldu. Okuduğum kitabı bitirmek üzereyim. Dışarıda pırıl pırıl güneş var. Önceki günlerdeki sisler-puslar uzaklara gitmişler. Artık dışarılarda dolaşma vakti.

 

         Önce site içindeki yürüyüş yolunda birkaç tur attım. Arkadaşımın önceki gün önerdiği salep içmek adına pastahaneye girdim. Hem bir salep içip, önceki gün göremediğim ormanlık tepeleri, yamaçları seyretmek istedim. Tesis, düzenli ve geniş, iki bölümden oluşuyordu. 

 

         Kapalı bir bölüm ve ayrıca aynı büyüklükte donanımlı, dışarıyı seyretmek isteyenlere ait bir bölümü vardı pastahanenin. Dış bölümde oturanlar hem çayını kahvesini ve de sigarasını içip hem de karşılarındaki dağ yamaçlarını, yaprakları dökülmüş ağaçları seyredip efkâr dağıtıyorlardı.

 

         Bir salep ısmarlayıp ben de dış kısımda oturdum. Yılların verdiği yorgunluk, memleket sorunları, biriken anılar, geleceğe ait düşüncelerle baş başayım. Bizim bölümde oturan iki kadın gözüme ilişti birden. 25-30 yaş aralığında iki genç insan. Tipik, ülke manzarası, birisi türbanlı, diğerinin başı açık.  Kumral saçları omuzlarını örtüyor.  Mevsim sonbahar. Koyu ve kalın giysiler giyinmişler.

 

         Başı açık olan akıllı telefonla meşgul. Arkadaşı, o da benim gibi salebini yudumluyor. İkisi de sigara içiyor. Hemde ne içmek! İçmiyorlar! adeta somuruyorlar sigaralarını. Saatlerce annesinden ayrı kalmış on altı aylık bir bebeğim annesinin göğüslerini emmesi örneği. Dumanı ciğerlerine çektikleri süreden hayli zaman sonra geriye üflüyorlar. Hem de birkaç kez. Onların böylesine kırk yıllık tiryakiler örneği sigara içişleriydi en çok dikkatime mucip olmaları…

 

         Kuzuluk muhafazakâr ailelerin ikamet ettiği bir yer. Devre mülklere gelenler de çoğunlukla emekli ve namazında niyazında insanlar. Pastahanede ya da çarşıda sigara içen kadın görmek pek olası değil. Karşımda oturan bu iki insan acaba bizim camiadan mı diye bir kuşku uyandı bende. Kalkıp yanlarına gittim. Selamlaştık.

 

         “Umarım sizleri rahatsız etmiyorum. Sizlere bir şeyler sorabilir miyim?” İkisi de tebessümle karşıladı sorumu.

 

         “Endişe etmenize hacet yok. Güzel yurdumun insanlarını seven barışsever birisiyim. Merakımı hoş görün. Öğretmen misiniz?”  Güzel yüzlü türbanlı bayanın ışıl ışıl gözleri bulutlandı. Oysa az önce gözlerinin içi gülüyordu. Konuşmaya başladı:

 

         “Hayır, öğretmen değiliz. Keşke öğretmen olabilseydim.”  sözleri bir çırpıda çıktı ağzından. Röportaj başladı. İnsanlarla tanışmak. Kısa süreliğine de olsa onların ilgi ve meraklarının neler olduğunu öğrenmek gibi bir garip huyum var. Yeni yüzler tanımak, karşılıklı iletişimde bulunmakla uçsuz zevkler edinirim.

 

         Aramızda sımsıcak, dostça bir hava oluştu. Türbanlı arkadaş sözlerine devamla:

 

         “Arkadaşım çalışıyor. Ben işsizim…” İşsizim derken yüzünde neşeden, umuttan eser kalmamıştı. Bakışlarında bir güvensizlik belirdi.

 

         “Hanımlar ikinizin ortak bir yönünüz var. Farkında mısınız?” Dedim. İkisinin de yüzlerinde hoş bir heyecan oluştu yeniden. Meraklandılar. Yeni tanıştığım iki genç insanı fazla merakta bırakmaz olmazdı.

 

         “Evet, ortak yönünüz sigara içişiniz. Bana amca, dayı ne derseniz deyin… Bir öğretmen emeklisiyim, bir ağabeyim, bir amcayım. Sakın kızmayın…” Genç hanımlar ilgiyle dinliyorlardı beni…

 

         “Ömrünüzün en güzel yıllarınızı yaşıyorsunuz. Kocaeli’nden geliyorum. Bu ilimizde her dört yurttaştan birisi kanserden öldüğünü okudum daha geçen gün. Birkaç yıl önce çalıştığım okula Kanserle Mücadeleyi Destekleme Derneğinden ilgililer gelmişti. Birisine sordum Kocaeli’nde kanser hastalığı oranı nasıl diye. İlgili aynen şöyle yanıt verdi: “Öğretmenim, insanlarımız nezleye, gribe yakalanırcasına sıklıkla kansere yenik düşüyor hemşerilerimiz…” Sözlerimi bitirmek istiyordum:

 

         “Gelin, benim de kayıt olduğum derneğe kayıt yaptırın…”  Genç hanımlar ilgiyle bir kez daha yüzüme baktılar.

 

         “Derneğimin adı Yeşilay…”  Güldüler. Ben de güldüm. İlgilerine teşekkür edip yanlarından ayrıldım.

 

         Salebimi zaten bitirmiştim. Cadde boyunca sıralanan emlakçıların, lokantaların önünden geçip daha çok köylü mallarının satıldığı çarşıya daldım. En çok dikkatimi çeken yöresel kıyafetleriyle emekçi kadınlarımızın yumurta, yağ, peynir, bal kabağı… benzeri kendi ürettikleri ürünleri aracı olmadan kendilerinin pazarlamasıydı. Aralarına katıldım. Kısa kısa sohbetler ettik. Çalışmalarını, üretime direkt katkı sağlamalarını ve bu mücadelelerinin beni son derece mutlu ettiğimi söyledim.

 

         Geri dönme zamanım gelmişti. Kaldırımdan yürürken bu kez iki genç ve güzel insan, iki genç kadının ısrarlarına tanık oldum. Bunlar önceki sohbet ettiklerimden daha da gençti:

 

         “Lütfen, bir bakıverin… Düzce yakınlarında yeni inşa edilen devre mülkleri tanıtıyoruz…”  Bakmaktan zarar gelmez. İşyerinin önüne masa koymuşlar. Masaya inşa edilen konutların resimlerini gösteren levhalar yayılı. Genç arkadaşlara:

 

         “Sadece ısrarınız üzerine geldim yanınıza. Devre mülk edinme gibi bir düşüncem yok…” Diyerek yanlarından ayrılmak istedim. Onlar anlatmaya başladı… İkisi de güzel dilimi eksiksiz konuşuyordu. Belli ki, geçici olarak bir iş tutmuşlardı. Muhabbet yine başladı.

 

Birisi Türkçe öğretmeni olduğunu. KPS sonucu 72 puan aldığını fakat atanamadığı söyledi. Bu sözleri söylerken gözlerinde gelecek adına ümit vardı. Yüksek lisans yapacağını anlattı. Arkadaşı henüz lisan eğitimine bitirmemiş. Genç öğretmen adayına:

 

“ Öğrencilerinin nasıl olmasını istersin?”  Diye sordum. Sorumun yanıtını birlikte cevapladık:

 

“Kitap okumayı davranış haline getiren. Öz güven sahibi, soru sormasın beceren… Olayları neden-sonuç ilişkisi içinde irdeleyen…” Seri bir biçimde bu ve benzeri cümleleri bir çırpıda sıraladık… Bir an kendimi bir okul bahçesinde idealist duygular yüklü bir meslektaşımla sohbet ediyorum havasına kaptırdım.

 

Hülya öğretmenimle kitaplardan anlattık. Klasikleri yeniden okumaya başladığını söyledi. Elinde Harp ve Sulh varmış. Ben de klasikleri zaman zaman yeniden okuduğumu anlattım. Fakat geçmiş yıllarda okuduğum Örneğin Dr. Jivago, Ve Durgun Akardı Don romanlarını yeniden okuduğumda ki, farklı baskılardı elbette. Eski tadı bulamadığımı anlattım.

 

Genç arkadaşım Hasan Ali Yücel dönemi tercümeleri okuduğunu ve beğendiğini belirtti. Mutlu oldum. Kitapları seven, kitapları anlatan bir değerle kısa süreliğine de olsa sohbet gerçekleştirmek benim için bir hazine değerindeydi. Vedalaştık…

 

 Güneş son ışınlarını gönderiyordu ilerideki dağların doruklarına. Akşam yaklaşmasına karşın hava yine de ılıktı. Dolu dolu bir gün yaşamanın dinginliğiyle devre mülklere dönerken daha genç yaşta ciğerlerini zehirleyen, tütünle efkâr dağıtan ve atanamayan öğretmenimin hüzünlü hallerini anımsayıp ben de hüzünlendim.

 

 

 

        

 

 

 

 

 

 

        

 

( Kuzuluk’ta Bir Gün başlıklı yazı sahara tarafından 1.12.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu