Güzel bir kentte, farklı bir çevrede yeni bir yaşama
başlama aşamasındayım. Geriye bakıp geçen günlerin muhasebesini yapmadan
edemiyorum. Artık ileriye bakmak zorundayım. Yaşanılan anı yaşamak ve geleceği
ait hayaller kurmak önemli. Tek başıma değilim. Ailem var her zaman bana güvenli
liman olan. Kızım var yanımda. Ne yazık ki, baba sevgisinden mahrum büyüyecek!
Tüm sorumluluğu üzerimde kızımın. Normalleşmem için daha ne kadar zamana
ihtiyacım var? Bu soruyu kendime sormadan edemiyorum.
Geleceğe
güvenle bakmaya yetecek deneyimler edindim kanısındayım. Sakarya’da çalıştığım
okulda huzuru ve az da olsa mutluluğu yakalama adına dair ümitlerim yeşerdi. Sınıf
kapılarımızın birbirine baktığı öğretmen arkadaşla yaptığım sohbetlerden
yeniden yaşama sevinci uyandı benliğimde. Yaşama iyice tutunup, dul bir kadın
olarak ayakta durabilmeliyim. Ağlamak ve gözyaşı dökmek ancak o an için bir
ferahlık sağlıyordu ruhuma. Yarınlara ağlayarak başlamamalıyım. Yaşama güzel
bakmanın yolları vardır elbet. İleriye bakmalıyım…
Okulu
yetesiye tanıdım. Öğrencilerim pırıl pırıl. Gözlerindeki ışık ruhumun
derinliklerindeki karanlıkları aydınlatıyor. Yaşadığım acıları, aşağılanmış,
terkedilmişliğin kalbimde bıraktığı yalnızlığı unutuveriyorum sınıfımda. Onların,
umut dolu, yalansız, riyasız dünyalarına girmekle huzur buluyorum.
Günün en hoş olmayan anları, baba evinde
odamda herkesin uykunun rehavetine daldığı saatlerde başlıyor. Bir süre
kitaplarla avunuyorum. Fiziksel rahatsızlıkları olan hastaların acıları gece
saatlerinde artarmış. Herkes tatlı uykusuna daldığı uzun gecelerde benim tinsel
yaralarım depreşiyor. Zaman geriye doğru çalışıyor beynimin içinde. Maziyi
unutmak, hafızamın derinliklerinden yer eden acıları kolayca silip atmak kolay
olmayacak. Geçmişle yüzleşmek zorunda hissediyorum kendimi. Nerelerde yanlış
yapmıştım. Aynı hataların içine bir daha düşmemeliyim. Zaman her şeyin ilacı.
Olabildiğince realist bir bakışla sonu hüsranla biten evlilik serüvenimi
sorgulamalıyım.
Birbirini çılgınca seven
iki aşığın evliliğe kanat açmaları ne güzel başlamıştı. Bulutların üzerinde
uçuyorduk. Ekonomik bağımsızlığımı sağlamanın farkına bile varmamıştım yetesiye.
Kendi paramı kazanıp özgür yaşamanın, yere sağlam basmanın hazzını tatmadan
evlilik denen bir aktın tarafı olmuştum. İkimizde çok gençtik, deneyimsizdik.
Uzun siyah saçlı, zeytin
karası iri kara gözlü bir gelin, sarı saçlı, mavi gözlü bir damat; bakanların
kıskanacağı bir ikili olmuştuk. Başlarımızın üzerinde henüz kavak yelleri
esiyordu. Güle, eğlene şen kahkahalarla günü gün ediyorduk.
Evliliğimizin ilk yılları
güzellikler içinde geçti. Birlikteliğe ve mesleğe uyum yıllarıydı bu yıllar.
Öğrencilik yıllarımızda öğrendiğimiz bilgileri pratikte uygulamaya çalışan
kalpleri insan sevgisiyle dolu iki öğretmendik. Geleceğe dair büyük ümitler
taşıyorduk. Günlerin ayların nasıl
geçtiği hiç farkında değildik.
Sene ortası ve yaz
tatillerinde yurdumuzun birçok yörelerini dolaştık. Nemrut Dağı’nda güneşin
doğuşunu ve batışını izledik. Urfa’da balıklara yem attık. Mutluluğumuz ömür boyu sürsün diye dilekler
diledik. Evliğimizin ikinci yılında bir kızımız oldu. Eve yeni bir canın
katılması mutluluğumuzu daha da pekiştirdi.
Eşim, aristokrat varsıl
bir aile çocuğuydu. Üç katlı, tek daire üzerine bahçe içinde müstakil evleri
vardı. Ev saray gibiydi. Kayınpederim,
kaynanam ve eşimin evlenmemiş iki büyük ablası birinci katta, biz ikinci katta
oturuyorduk. Üs kat daire görümcelerimin evleneceklerinde kullanacakları beyaz
eşya ve çeyizlerine ayrılmıştı. Aileye yeni gelin olduğum ilk aylarda çok sevildim.
Tek erkek evlatlarına güzel bir gelin almışlardı. Beni bir taş bebek olarak
görmeye başladılar.
Zaman geçtikçe bana olan
sevgileri gün gün azaldı. Zenginlikleriyle övünüp; insanlara yukarıdan bakan
tavırları ruhumda sıkıntı yaratıyordu. Benim ailemi küçümseyen sözler duymaya
başladım. Mutluluğumuza gölge düşmeye başladı.
Eşim, kızım ve ben tam bir çekirdek aile olmuştuk. Yalnız kalmak hayal
olmuştu bizler için. Yemeği birlikte
yiyebilmek bir zorunluktu. Fındıkkabuğunu doldurmayacak konular üzerine uzun
uzun sohbetler, dedikodular çekilmez olmuştu.
Mutluluğumuz
görümcelerimi rahatsız etmeye başlamıştı. Sevgili kardeşlerini ellerinden
almıştım! Aralarında iki yaş fark vardı ve otuzuna merdiven dayamışlardı. Egoları
tavan yapmıştı. Karşı cinsle bir türlü iletişime geçemiyorlardı. Zamanla sohbetlerine
beni katmaz oldular.
Üstüne üstlük biricik
sevgilim, uğruna her şeyimi feda etmeye hazır olduğum eşim de eskisi kadar
neşeli değildi. Güzel günler gerilerde kalmıştı. Öğretmenliği sevmediğinden dem
vurmaya başladı. Şaka yapıyor diye olayın üzerinde durmadım.
Söyledikleri şaka değilmiş.
Ara karne verdiğimiz bir tatil dönüşü okula gelmeyeceğini, meslekten istifa
ettiğini söyledi. Donup kaldım bu sözleri duyunca! Gözlerini benden kaçırıyor
solgun bir yüzle karşılara bakıyordu. Oysa daha önce biz anlaşmıştık!
Öğretmenlikte sonuna kadar çalışacaktık. Alacağımız karaları birlikte
alacaktık! Anlatmaya devam etti:
“Sürekli aynı terane,
sınıfa gir çık! Memuriyet yaşamı bana göre değil. İyice ayrımına vardım.
Öğretmen maaşı benim sigarama bile yetmiyor! Babamın açtığı petrol istasyonunun
başına geçeceğim. Kendi işimin patronu olacağım.” Dünyam karardı. Son sözlerini
tam duyduğumun bile farkında değildim.
Okula yalnız gittim.
Arkadaşlarıma durumu açıklayacak gücüm yoktu. Müdürümüz bir teneffüs saatinde
öğretmen odasına gelip öğretmenimiz Sezer Bey’in bizleri yalnız bıraktığını
görevinden istifa ettiğini söyledi. Bu sözler şaka değildi. Evet, sevgili
prensim meslek yaşamımda beni yalnız bırakmıştı. O gün nasıl ders yaptım,
öğrencilerimle neler konuştum hiç farkında değildim.
Eve döndüğümde Sezer’i
oturduğumuz daireye çağırdım. Kara bulutların iyice alçaldığı, şimşeklerin
çakıp fırtınanın iyice yaklaştığı durumdan farksızdı ruh halim. Lakin
kızamadım. Kırılmış, aşırı yaralanmıştım. Gözyaşlarımı sınıfımda içime akıtmış
kimselere göstermemiştim. Anlatmaya başladım:
“Bunu bana yapmaya hakkım
yok… Ailemin sözünü dinlemedim. Onlar birbirimize zaman ayırmamızı çabuk karar
almamamızı salık vermişlerdi. Hani verdiğin sözler! Bu kadar mı sürecekti
yaşamı birlikte karşılama andın! Kimseyi dinlemedik... Senin aşk gemine çabucak
bindim. Yıldırım nikâhıyla evlendik.”
Sezer benimle göz göze
gelmek istemiyor sigarasının halkalanan dumanını seyrediyordu. Sözlerime devam
ettim:
“Örnek bir mesleğimiz,
güzel bir yavrumuz var. Parada-pulda gözüm yok. İki bavulla çıkalım bu evden.
Başka illere tayın yaptıralım. İstersen uzak köylerde çalışırız. İstifanı
işleme koydurma. Biz birbirimize yeteriz. Maaşlarımızla gül gibi geçiniriz.” Zaman
sonra cevap verdi:
“Umarım beni yetesiye
tanıdın. Kararlarımdan dönmem. Sende istifa et çok sevdiğin mesleğinden! Evimin
kadını ol!” Bu sözler yıllarca sürmesini hayal ettiğim aşk gemimizin
yakalandığı onulmaz fırtınanın habercisiydi. Duygusuzca okula gidip
öğrencilerimi yalnız bırakmamaya çalıştım.
Mersin’de ilkbahar erken
gelir. Havalar ısınır, insanlar neşe içinde sokakları doldurur. Çocukların
şen-şakrak sesleri okul bahçelerinden dışarlara taşar. Benim için bu
güzelliklerin hiçbir anlamı kalmamıştı. Baba evine dönmekten başka seçenek
bırakmadılar bana…
Davul dengi dengine vurur
demiş büyüklerimiz. Orta halli bir ailenin kızı olarak zengin bir eve gelin
gitmenin zorluklarını meslek sahibi olmama karşın yine de başaramadım. Yola
çıkarken çok hızlı ve hazırlıksız çıkmıştım. Anne-babamı yetesiye
dinlememiştim. Mezuniyet diplomamın mürekkebi kurumadan evlilik kervanına
katılmıştım. Mahcuptum!
Tek güvenilir liman vardı
benim için. Ailem. Durumumu babama anlattım telefonla. Boğulmak üzere olduğumu
söyledim ağlayarak. Babam hemen imdadıma yetişti. İki bavul, babam ve kızımla
Mersin’den ayrılmam böyle gerçekleşti.
Ücretsiz izin alıp
Sakarya’da ailemle birlikte yaşamaya başladım. Kısa süre sonrada yaralarımı
sağaltan Lokman Hekim öğretmenimin okulunda göreve başladım.
Yaşadıklarımı anlatmak,
kâğıt üzerine dökmekle Hz. Eyüp Peygamberin kutsal suyla yıkanıp yaralarından
temizlenip, piri-pak olması gibi ruhumun arındığını hissediyorum.
devam edecek.