“Gök mavi, zemin yeşildi.” diye betimliyor bir şiirinde
Niyazi Akıncıoğlu Bursa’yı. İkinci sömestri döneminin sonu yaklaşıyor. İlkbahar
tüm güzelliğiyle geldi. Bir yıllık öğretim yılının bitmesine artık çok az zaman
kaldı. Baharın gelişi tanımsız güzeldir Bursa’da. Uludağ eteklerinde
oturduğumuz evin balkonundan renk renk çiçek ağan şeftali, erik, kiraz bahçelerini
yakinen seyredebiliyorum. Okulumuzun da içinde ıhlamur, çam ağaçlarıyla süslü
geniş bir bahçesi var. Bahçemizdeki ağaçlar da Uludağ’ın eteklerindeki yeşillik
denizine nazire yaparcasına hoştu. Evet, gök mavi ve zemin yeşildi bu güzel
kentte.
Havaların ısınması, güneşin altın
ışıklarını cömertçe doğamıza göndermesi, öğrencilerin kaygısızca koşup
oynamalarını izleyerek günlerin nasıl geçtiğini fark edemiyorum. Acı anılar
iyice geride kalmıştı demek pek kolay olmuyor yine de. Zaman çok şeyin ilacı. Lakin
ruhumu acıtan, kalbimi yaralayan acıları bir anda silip atılmıyor. Öğrenciler
bile yanlış yazılarını en iyi silgilerle silince; silinen yerde bile bir iz
kalır.
Yaşadıklarımı yazmakla
ferahladığımı hissediyorum. Okuyarak, yazarak, yeşil Bursa’yı seyrederek artık
ileriye bakıyorum. Artık iyice anladım, güzellik, zenginlik, “Sevda Sözleri”
yeterli olmuyormuş mutlu olmak için. Hele benim gibi güzelliğine güvenip
duygularıyla hareket ederek evlilik yolculuğuna çıkmanın içinde ne büyük
eksiklikler barındırdığının hayal kırıklıklarını yaşayarak öğrendim.
Son yıllarımda yaşama
ümidimi kaybetmiştim. Dul bir kadındım. Yuvam tarumar olmuştu. Tatlı sözler,
şık ve pahalı elbiseler yetmedi sürekli aile birliğini sağlamaya. Mutluğu
yakalamak bana kısmet olmadı… Bu gerçekleri acı bir biçimde tattım. Ayakta
durmak için daha önemli değerlerin olduğunu hayat öğretiyor insana.
Sakarya’daki okul
anılarımı; meslek büyüğümü hiç ama hiç unutamıyorum. Karşıma sürekli Kabiller çıkacak değil ya!
Habiller de var elbette aramızda. Onlar dürüstlük, içtenlik, hoşgörü,
duygudaşlık… benzeri özellikleriyle çıkarlar ortaya. Bir Habil çıktı bu kez
karşıma. Tinsel yaralarımı sağalttı. Yaşamın güzel olduğunu yeniden fark ettim
O’nunla. Benim sessiz, zaman zaman öğretmen odasında dalıp dalıp bir anda
nerede olduğumu unutur halim dikkatini çekmiş.
Aynı salonda,
sınıflarımızda derse girerken birbirimize karşılıklı “iyi dersler” dileyerek
iletişim kurduk. İlk zamanlar konuşmamız bu iki kelimeden ibaretti. Zamanla
teneffüslerde öğretmen odasına birlikte gittik. Meslekte fazla deneyim
edinememiştim. Öğretmenimizin dürüstlüğü ve çalışkanlığı hakkında sık sık
konuşmalar duyuyordum. Müdürümüz elli yaşına merdiven dayamış saygın bir
yöneticiydi. Bana adının Yücel olduğunu öğrendiğim başarılı öğretmenin
deneyimlerinden yararlanacağımı salık verdi.
Sakarya’da ancak bir yıl
çalışabildim. Babam Bursa’da küçük bir iş yeri açtı. Nereden nereye? Ailemle bu
güzel ildeyim. Mersin günlerim, evlilik serüvenim umman bir denizde limandan
uzaklaşıp sisler arasında kaybolan bir geminin son sülieti kadar kaldı
hafızamda. O görüntünün de yakında hafızamdan iyice silineceğini umuyorum.
Şimdi Sakarya’da
edindiğim anılar dolu kalbimde. Müdürümüzün tavsiyesiyle Yücel öğretmenle
serbestçe konuşabildim. O’nun kendine güvenli, neşeli hali aşırı ilgimi
çekiyordu. Neşesinin kaynağı neydi acaba? Öğrencileriyle arasındaki o sıcak
ilişkiyi nasıl kurmuştu? Sınıfında neler anlatıyordu? Böylesi soruların
yanıtını ancak kendisinden alabilirdim.
Tam gün ders yapıyorduk. Öğlen teneffüslerimiz hayli uzundu. Yücel Bey’i
sınıfıma davet edip mesleki ve hayata dönük konularla ilgili sohbetler etmeye
başladık. Öğretmenim beni kırmaz davetime icabet eder sorularımı yanıtlardı.
“Öğretmenim, görevinizi
hiç aksatmadığınızı gözlemliyorum. Öğrencileriniz teneffüslerde bile yanınızdan
ayrılmak istemiyorlar. Bu işi nasıl başarıyorsunuz?” İlk sorduğum bu soru oldu. O andaki heyecanım
hala aklımda. İlk uzun konuşmamız böyle başladı. Öğretmenimiz biraz durdu,
gözleri ışıdı, yüzünde güller açtı adeta. Başladı anlatmaya.
“Yasemin Hanım, öncelikle
yatılı okudum Öğretmen Okulu’nu. Son derece düzeyli, alanlarında yetkin
öğretmenlerimiz vardı. Hepsini saygıyla anıyorum. Bize öğretmenliği sevdirdiler.
Hani bir marşımız var, bilirsiniz: ‘Anlımızda bilgilerden bir çelenk/ Nura doğru
can atan Türk genciyiz.’ Hele marşın şu nakarat dizeleri : ‘Şanlı yurdum her
bucağın şanla dolsun, /Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun…’ İşte o marşta,
bizim marşımızdaki idealleri gerçekleştirmek benim en büyük hayalimdir.” Ben
sadece dinliyordum.
“Az önce söylediğim
idealleri gerçekleştirmek adına mesleğimi, öğrencilerimi tutku düzeyinde
seviyorum. Onların saf, duru, pırıl pırıl, lekelenmemiş, yalana bulaşmamış
doğal hallerini seviyorum. Duyguları kirlenmesin, arkadaşlık, duygudaşlık,
paylaşma gibi meziyetleri filizlensin, boy versin. Bir arada barış içinde
yaşamanın güzelliğini öğrensinler istiyorum. Onların başarılarıyla uçsuz
mutluluklar duyuyorum. Hayata güler
yüzle bakmak. Sevgi olgusunun içini doldurmak çok önemli.” Bir başka gün
velilerle ilişkilerini nasıl yürüttüğünü sordum.
“Yasemin öğretmenim bende
söz bitmez. Anlatılarımla sizi sıkıyor muyum? Çaplı romanlar okuyorum. Uzun
uzun konuşmam belkide bu yüzden…” Bu sözleri üzerine karşılıklı güldük.
“Olur, mu öğretmenim,
sizi dinlerken tüm sorunlarımı unutuyorum.
Geceleri sözlerinizi bir bir anımsıyorum. Velilerinizle ilişkilerinizi
anlatır mısınız?”
“Velilerim, kadınlar,
kadınlarımız… Yurdun farklı bölgelerinden gelmiş dar gelirli insanlar. Çoğu
ilkokul mezunu. Kendilerinin ezilmişliklerini çocukları yaşasın istemiyorlar.
Hepsi heyecanlı. Duygularını çok iyi anlıyorum. Hepsine insanca yaklaşıyorum.
Beni en yakın akrabaları gibi görüyorlar. Zaten iyi niyetle çalışınca akan
sular durur. Yalan, kibir benzeri söz ve davranışları dünyamdan çıkarmışım…”
İlkbaharda, okul
bahçesinde banklara oturup yaptığımız sohbetler de güzeldi. Yücel öğretmene
arkadaşlar şaka yollu söz atarlardı. “Bu gün bize şiir okumayacak mısın?” diye.
O, teklifler şaka da olsa ezberinde olan şiirler okur, şairlerin yaşamından
bazı pasajlar anlatırdı.
Zaman su gibi akıyor.
Sakarya’da çalışmak güzeldi. Altın değerinde mesleki kazanımlar edindim. Sadece
bunlar mı edindiğim! Kalbimde buruk bir acı kaldı o günlerden. Her
anımsadığımda kalbimin atışlarını hızlandıran, içimi ısıtan bir acı.
Duygularımı kimse bilmeyecek. Ruhumda büyüyen coşkun çaylar gibi çağlayan
sevgimi kimselere söyleyemem.
Yücel Bey saygıdeğer
öğretmenim, artık hiç görüşemeyeceğiz. Size karşı hissettiklerimi
bilemeyeceksiniz. Sadece bu ak kâğıt bilecek kalbimde akmış sevgi selini
coşkusunu. Benim için fiziksel çok uzak
tinsel en yakınsın. Resmiyeti kaldırdım aramızdan. Şu satırları yazarken sen
diye seslenmek istiyorum. Kalbimde sen varsın. Size, sen diye sesleneyim ne
olur! Sohbetimiz arttıkça sınıfınızdan çıkış anınızı bekler olmuştum. Selamlaşmamız
benim için soluduğum hava kadar önemliydi...
Bir “günaydın” demeniz
bana yetiyordu. Ruhumda güller açıyordu sesini duyunca. Her sabah seninle
karşılaşıp iki kelimelik konuşmakla nasıl mutlu oluyordum. Bunu sen
bilmiyordun. Herkese karşı gösterdiğin seven halinden ben de payımı alıyordum.
Fakat bu bana yetmiyordu. Sınıftaki sohbetlerimiz, sorularıma verdiğiniz
yanıtları anımsamak yaşama sevincimi artırırdı. Sık sık yanına gelirdim.
Seninle aynı havayı solumak güzeldi.
Senin örnek
davranışlarını sevdim. İnsanlara eşit yaklaşmanı sevdim. Yurt ve çocuk
sevgisini en üst düzeyde sevmeni sevdim. Öğretmenliğe olan aşkını sevdim. Şiir
gibi konuşmanı, şiir okumanı sevdim. Şiir sevgini sevdim. Tensel bir beklentim
yoktu elbet. Kadınlığımdan yararlanmak gibi en ufak bir girişimde bulunmama
halinizi sevdim. Ruhumu temmuz güneşi gibi ısıtan ruhunu sevdim.
Sana duyduğum sevgiyle hayata daha sıkı
tutundum. İnsanlara olan güvenim arttı. Evet, seni çaresizce sevdim. Sevgimi
kalbime gömdüm. Sonunda vuslat olmayacağını bile bile sevdim seni. Hayata
pozitif bakmayı öğrendim senden. İşte bunun için sevdim seni…Sen bunları hiç
bilmeyeceksin!.. Seni, gülen yüzünü anımsadıkça hep kalbim çarpacak. Bu anda
çarptığı gibi.