Keşke’lerin dindiği bir anı
merhalesinde ve zapt ettikçe içimdeki kıyımı, dönüp geldiğim o ritüel.
Kuvvetli bir sağanak yine rahmetin
sancağına vakıf olduğum o huşu ve derinden hu çeken anıtlar, hatıra yüklü dünün
minvalinde kekremsi bir acı ile soluklandığım ve soğumayı tehir ettiğim…
İçimin buzullarında derin bir sızı;
göğün şatafatında aşk ve yara derken gıybet duran münafığın çalıntı mizacı ve
vicdanı.
Örselendiğim, ötelendiğim,
ötekileştirildiğim…
Diri bir cümlenin de batılı, aşkın
gazabı, yarım adaların asla bütüne tekabül etmediği tıpkı benim ve onun
himayesinde ortak bir paydadan bahsetmenin verdiği rehavet.
İçimin dikili ağaçları. Koruk
düşlerim. Yangınlarım. Dinmeyen ağrılarım…
Öfkeli miyim?
Asla.
İsyanda mıyım?
Hâşâ, Rabbim.
Sevdanın mezarını kazıyorum usulca ve
hırpani bir sesle fısıldıyorum kulağına gök kubbenin:
Yüce Rabbim, çok oldu ben buralara
düşeli.
Çok oldu ben bu aşka düşeli.
Çok olmadı mı gözlerimden, yüreğimden
düşen yaşların yasını tutalı?
Gönülden sevmek neymiş gördüm.
Sevip de sevilmemek aykırı bir
haleymiş meğer ben ki kimlik fukarası gölgelerle muhatap olmanın verdiği o
hezimet ile derinden bir of çekiyorum… ben ki aşkın rahlesinde ufacık bir
zerreyim…
Küçümen öykülerinde satır başı yapan
bir ihtiyarın zevcesi içimdeki salıncak.
Bir ölümün çağrısına kulak veren bir
ihtiyarın sallanan sandalyesi yine her şerri hayra yorup bir asırlık ömrünü iki
asra dayatmaya meyletmiş.
Öfkemden sıyrıldım sıyrılalı mutluyum
yüce Rabbim.
Sevdiğim kadar da mutluyum ve
yalnızlığımı ayaklar altına alan şu cahil zümreden sana sığınırım.
Sevgiden kasıt ne ki, diyenlerin yalancısıyım.
Sevgiden yana endişem yok ki.
Körelen insanlığın sigortası çoktan
atmışken benim yüreğim atsa ne olacak dursa kimin işine yarayacak ölü bedenim?
Satırlarımla büyüdüm ben yine
içimdeki çocuk hep masum kaldı. Bundandır susuşum. Bundandır görüp de tepki
vermediğim her zulüm.
Yokuş yukarı koştum ben hem de bir
ömür boyu.
Babamın tecellisi idim.
Aşkı teselli bildim sonra.
Vakıf olduğum sanrıları da yok
saydım.
Yok sayıldığım kadar yalnızlıktan
aldım nasibimi ama sığındım sana, sadece sana.
En ulvi aşkı bildim ben yalnızlık
peşkeş çekilmeye başladığından beri lakin bilemedim önceleri bu duygunun kime
ya da neye tekabül ettiğini.
Sevdim ben hep sevdim.
Sevilmeden çok sevdim hatta sevilmeyi
dilemedim ben zira sevdikçe diriliyordu ölen hücrelerim.
Nice insan gördüm ölü olduğu su
götürmez bir gerçek lakin canlı taklidi yapıyorlardı nefreti giz bilip seviyor
gözüktükleri hangi açılım ise yine Allah’ını anmadan ama aşkı andıklarını iddia
edip en muhteşem duygudan bihaber yine çalıntı mutluluğun neredeyse kitabını
yazdıklarını iddia edecek kadar.
Çok insan gördüm ben çok insan ve
ölüydü onlar fiilen lakin gönüllerindeki rahmetin büyüsüyle ölüyü bile dirilten
o inançları ve sevda ateşleri yok muydu?
Yangını son bilen.
Ölümü yok sayan.
Sevgiyi de mücbir sebeplerden kapı
dışarı eden.
Eğreti otlarından yana mıdır ne
evren?
Ölen annelerinin soğuk bedeninde
memelerine yapışmış öksüz köpek yavrularını bile dışlarken çoğumuz… bizi
bizlikten alıkoyan gıybet ve hasetle putlara tapan cahil münafığın da dokunaklı
aczi yeti imidir ne bunca yangıyı baş tacı edip…
Serildiğimiz ya da sevildiğimiz mi
önem arz eden ya da üç beş kula kulluk edip kendimizi en tepeye
konumlandırmışken…
Övünürken ya da öğürürken gerçek
sevgiyi neye yarar kalabalık olsa etrafımız? Neye yarar dünyevi sevgilerle ve
gel-geç duygularla arşı sunduğumuzu iddia etsek kendimize?
Büyüdüğümüz mü büyüttüğümüz müdür bu
yangının çıkış nedeni?
Sevdikçe aşkı soluduğumuz, yandıkça
soğuyan bedenlerden el çektiğimiz ve kıblemizde aşka ve ömre doyduğumuz yine
bir sokak çalgıcısından emanet aldığımız o bitimsiz şarkı öyle ki nakaratında
kaybolup hicvinde devindiğimiz ve devirdiğimiz nice çengi nice çalgı aslında
nüans farkıyla ölüyü bile dirilten neşemizi yok sayarken yine dünyaya atıf
ahrete yolculuk öncesi…
Zamanın küflü bulvarlarında, yeni
yetme bir şiir.
Kabzımalı kayıp şehir, istiflerken
yükünü yine ağır adımlarla kaldırımlar çiğneniyor.
Dünün yeknesak dokunuşunda, takılıp
kalmışlığı aklımın hatta ve hayat bayat esprilerine şaibeli vücutlu kadın
benzeri adamların, bizler kör yetilerimizi bileyip de bilinmezin gücüne değil
atıfta bulunmak korkaklığımızı mimlediğimiz satırlar.
Az sonra kopacak belki de kıyamet ve
cüce kelamı ile şiirler yazdığımı sanıp da esefle kınadığım içimin pazarı
beyitler.
Bir düşe gebeyim aslında ve yakamoz seyrinde
iç sesimin teyakkuzda bir imge arayışındayım.
Yaftalandığım aşikâr yine cüce
kimliği kelimelerimin yolda kalmışlığı ve ben, ağır vasıta şoförü gibi sevmeye
korkuyorum insanları sanırım sevdikçe kaybolacaklarını bilmenin güdüsüyle içime
gömüyorum içimin sevdalı şarkılarını.
Hutbelerde anıldıkça elemden uzak.
Kaykılmış bir mizansende kör kütük
sevmişliğim.
Hazan mahsulü bir gölge miyim ne?
Sonra da kışı kışkışlayan turizm
camiası sözüm ona kışı bir ağır ve sert geçirdik ki demenin önsözünde yine riyakâr
tebessümler konuşlu sahte mutluluktan alıp da nasibini, şarkılarla atıfta
bulunduğumuz neşe ve insan.
Derme çatma yalnızlığımız sanki bir
ömür mutluyduk da yeni mi mağlup olduk, gibilerinden bir tantana.
Ön sözü olmayan bir romana
başlamaktan korkan o kara mizahı edilgen cesaretimiz ile yüz bulamadığımız gibi
bilmeyi de öğrenmeyi de geçiştirdiğimiz…
Ölü beyitler.
Ölü şairler.
Şehit mertebesine ulaşmış nice yiğit
ve geride kalan nice sevdalı eş nice yetim.
Zaman aşımına uğrayan insanlığın
depozitosunu peşin vermiştik oysa.
Kentsel dönüşüme uğrayan şehri
İstanbul’un bıkkın ve mutsuz insanı.
Şehirler ve şiirler ve şair görünümlü
nice âşık hem de zamana yenik düşmemiş üç beş şairin iri cüsseli imgeleri ile
seğirten şiiri talan eden yalancı ve yabancı özdeyişler.
Kimlikler mi yorgun ne?
Kap kaça yenik düşen hangi gölgeyse
sahibinin peşinde…
Ağlayan şarkılar ama ağlamaya korkan
adamlar belli ki yaş ve yas sadece zayıfların tekelinde.
Mutsuzluk cirit atarken zaman zaman
yükselen şen kahkahalar ve şiirler palazlandıkça şairler sokuldukça aşka derken
aşkı tetikleyen gülücükler çalınıyorsa şiir pazarında.
Yenik düşen bir mizansende Rodin’den
bir fısıltı. Düşünen insanlardan korkan bir çoğunluk belki de düşünmeyi ve
düşünceyi suç sayan ve de aşkı ve de kâfir söylemler Tanrı’yı görmezden gelip
sevginin tarhında kendini nefret ambarında gören soytarı sokak şarkıcıları.
Çoğalabiliriz ve çoğalıyoruz da
oysaki eksildiğimiz nasıl da aşikâr.
Gönül gözünde kara perde ve başrolde
Hacivat.
Gölgede titrek bir yürek sesi:
‘’Pardon, sizi sevebilir miyim?’’
Maruzatımız kadarız aslında sevip de
dirilmeyi unuttuğumuz.
Yandığımız kadar da yazıyoruz belki
de şairin kelamından aşırmışızdır o söylemi…
Yazmayı şevkle, aşkı benliği ile
korkuyu da tüm sorumsuzluğu ile savunan akil insanlar.
Yenik zaman yenik yürek.
Yenik vicdan tutsak âşık.
Kan kaybeden ama kendini kaybetmeyen.
Sonra da tutarsızlığını sonlandırmak
adına tutanaklara geçen isimler ve kayıp bellekler ve yüzü olmayan heykeller…
Çoğalmayı arz eden ama insanlığını da
lav eden…
Hadi, ne duruyorsunuz, demenin
hezimeti ile ara duraklarda nefes alan bir cehalet ve yine yorgun ve yine
teyakkuzda belki de var olduğundan asla emin olmamış o vicdan muhakemesi.
Serpilen bir başakta aşkına sahip
çıkan bir yürek sayacında gönüllü seven ve gönüllü ölen kaç kişi kaldık ki?
O halde kazdığımız mezarımıza önce
ölü yüreklerimizi dikelim ve bekleyelim yeniden dünyaya gelmesini sevginin.
Ezelden yitik.
Ezelden sönük.
Aslına vakıf bir gölgeyi de şerh
düşelim yazdığımız her satırın ardına ne de olsa şiirler henüz ölmedi.