Çocukken en mutlu olduğum akşamlar bayram
akşamları olurdu. Arife günü bir türlü bitmezdi. Hele bir akşam olsun. Akşam
yemeğinden sonra hemen yatağa girip bayram sabahının olmasını beklerdim. Aynı
heyecana küçük erkek kardeşim, benden iki yaş büyük ablamda katılırdı.
Sabah
erkenden uyanıp annemin büyük ablamla pişirdiği kırmızı gelincik renkli
pişileri sıcak sıcak hele de alttın renkli bala bandırarak yemek çocukluğumun
en hoş anıları içinde saklıdır. Senede iki bayram ve büyük çayır biçilirken ben
de köyde olduğum zaman pişi yeme şansım olurdu.
İlkbahar
eli kulağında, yaklaşmıştı. Kırların güney yüzü göğermeye başlamıştı bile.
Evimizin karşı yamacında boydan boya uzanan ormanda kuş sesleriyle uyanıyorduk.
Henüz 3. Sınıftım. Babamın:
“Oğlum
uyan yavaş yavaş!” demesiyle uyandım. Zaten sabah erkenden uyanacağıma söz
vermiştim kendime. Gözlerimi açtığım gibi pantolonumu kaptım. Gömlek, ceket
saniyenin içinde üzerimdeydi. Ocak başında annemin pişileri beni bekliyordu.
Yüzümü yıkadığım gibi babamın yanında sofrada yerimi aldım hemencecik.
Arife
günü söylemişti babam: “Yarın seni camiye, bayram namazına götüreceğim…”
Babamla beraber kızarmış pişilerden çabucak yiyip yola düştük. Ha bu arada
babamın tarifiyle abdestimi de aldım…
Annemden;
Subhaneke, Kulhuallah, Elham ve İnneeğtayna’yı öğrenmiştim. Namazın nasıl
kılınacağını da tarif etti babam. Etraf aydınlanıyordu yavaş yavaş. Mavi
dumanlar yükseliyordu evlerin bacalarından. Hava oldukça ılıktı. Martı bitti,
bitiyordu. Cami dolmuştu hemen hemen… Okul arkadaşlarım, daha büyük çocuklar
caminin üst katında yerimizi aldık.
Babamın tarif ettiği gibi önümde ve yan tarafımda kılanlara da dikkat
ederek namaz kılıp dışarı çıktık.
Biz
küçükler, büyüklerimizin ellerini öperek büyükler de birbirlerine sarılarak bayramlaştık.
Tuhafıma giden bir olay oldu. Karşılıklı iki gurup ortalarına aldıkları birer
orta yaşlı kaba siyah bıyıklı amcayı tokalaştırmak istiyorlardı. Başöğretmen,
bizim öğretmenimiz, diğer öğretmenler de oradaydı. Bu tokalaşma bayram
kutlamasına benzemiyordu. Amcamlara ayaküstü uğrayıp yengemlerle de
bayramlaştık. Fazla eğlenmeden eve döndük.
Evde işler bizi bekliyordu. Koyunlar, sığırlar bakım ister her günkü
gibi. Ve annem, ablamlara sıra geliyordu bayram ziyaretleri için…
Eve dönerken sordum babama:
“O iki
amca tokalaşırken niçin yüzlerinde bayram neşesi yoktu?”
“Onların
arası yokmuş, küsmüşler birbirlerine!” Babam sözünü kesmeden anlatıyordu:
“Köyde
adettir. Küsler barıştırılır! İki komşunun uzun süre küs kalmasına seyirci
kalmak ayıptır köy yerinde!” Okulda, oyunbozan arkadaşlarımızla kırgınlık
olurda zaman zaman… Bir ya da iki teneffüs sürerdi gönül koymalar. Aynı gün
içinde, okul paydos olunca güle oynaya evlerimize dönerdik.
Aynı
yıl, okul tatile girince çobanlık serüvenim başladı. Artık yaz boyu
koyunlarımızı ben güdecektim. Okul çantamı bıraktığımın ertesi günü de elde
değnek, önümde amcalarımın ve bizim sürü ver elini yemyeşil çayırlar. Yüzün
üzerinde sağım koyunlardan sorumluydum artık…
Günler
yavaş geçiyordu! Uzun yaz günlerinde akşamlar geç gelir. Hele de bozuk
havalarda. Yayla düzlüklerinde güdüyordum sürümü. Yüzümün derisinin iyice
esmerleştiği cebimde taşıdığı küçük aynama yansıyordu. Ortadan yarılmıştı alt
dudağım. Ara ara kanıyordu bazı günler! Güneşli günlerde güzeldir otlaklarda
koyun gütmek. Çoban arkadaşlarla sohbette doyum olmaz... Güreşe tutardık, çelik
çomak oynardık… Yağmur yağınca çile
başlar. Hele rüzgâr çıkarsa yağmurun arkasından!
Bir
ağustos akşamında, güneş dağların doruklarına son altın ışıklarını gönderirken
yayla evine döndüm koyunlarımla. Annem ve yengem hemen sağım işine başladı.
Biraz sonra babam ve kirvemin tırpan, dirgen tırmıklar omuzlarında köyden
geliyorlardı. Yanımıza yaklaşırken kirvem: “Bereketli olsun bacılar…” diyerek
yayla evimize girdiler. Sağım bitti. Eve döndük annemle.
Babamla
kirvem derin bir sohbete dalmıştı. Annem önce sütleri krema makinesinden
geçirdi. Kirvemlerin koyunlarını ve iki sığırını da annem sağıyordu. Güneş
çoktan batmış gökyüzünde ay parlamaya başlamıştı. Tatlı, ılık bir ağustos
havası vardı dışarda. Yemek yendi… Kirvem:
“Önceki
hafta cuma çıkışı köyce anlaştık komşular. Ardahan’ın Çataldere Köyü’nün
yaylasının biçeneğini tuttuk. Ok ihtiyacı olan komşularla biçim yapıp otları
daha sonra böleceğiz… Yarın erkenden Bismillah ya Allah deyip işe başlıyoruz…”
Sözü babam aldı. Anneme:
“Koyunları
komşunun oğlu otlatsın yarın. Oğlumu da Çataldere yaylasına götürelim. Bize su
getirir susadığımızda…” İçimi tanımsız bir sevinç kapladı. Bir günlükte olsa
çobanlıktan azat olacaktım. Bir günün beyliği de bir günün beyliğidir!
Sabahleyin
erkenden uyandım. Zaten alışkındım. Çocuk da olsan çobanın üzerine güneş
doğmamalı. Çocuk, birazcık uyusun diye beni uyandırmamışlardı! Koyunların sağım
işi bitti erkenden. Annemin kaşla göz arasında hazırladığı kahvaltı sofrasına
dizildik.
Güneş ufuktan
bir mızrak boyu kadar yükselmişti. Kalabalık, kadınlı, erkekli bir topluluk
olmuştuk yayla düzlüklerinde. Erkeklerin ellerinde tırpanları, kadın ve kızlar
dirgen ve tırmıklarla hoş bir görüntü oluşturuyordu. Adamlar, kadın gurubundan
birkaç adım önde; kadınlarla benim gibi ellerinde su kapları olan çocuklar
arkadan yürüyorduk. Kızlar,
allı-yeşilli, mor ve pembe basmalı giysileriyle yaylalarda ki hayvan ayağı girmemiş
renk renk yayla çiçekleri kadar
güzeldi. Hele
bazılarının taralı kömür karası siyah saçları bellerini dövüyordu. Başörtüleri
saçlarının ancak yarısını kapatıyordu.
Yolculuk
hayli uzun sürdü. Çataldere Köyü’nün biçilmek için bırakılmış yayla düzleri
sarı, mavi, mor çiçekleriyle dünya cennetiydi. Gök kuşağı renklerinin bütün
tonlarını bu düzlüklere bırakmıştı. Hafif serin bir rüzgâr esiyordu. Rüzgârla
çimenlerde oluşan dalgalanma muhteşemdi. Kafile, kısa süre mola vererek iş başı
yaptı. Amcalar, babam guruplar halinde alabildiğine geniş biçenekte
tırpanlarına sarıldılar.
Sucu
olarak gelen sınıf arkadaşım Zeki, Ahmet, Kemalettin’le nego diye
adlandırdığımız altın otu çiçekleri toplamaya başladık. Biçeneğin ortasında
menderes oluşturarak akan derenin aşağılarında koyu kırmızı gelincikler vardı.
Gelincikleri yaylaya dönerken akşamüstü toplamaya karar verip biçenlerin yanına
döndük. Gelinciklerin yaprakları nazlıdır.
Erken solduklarını bilirdik.
Kadın
ve kızlar biçilen otları toplamaya başlamıştı. Arkadaşlarla, terleyip susayan
büyüklerimize su getirmek için su kaplarıyla Nazım Amcanın yerini tarif ettiği
pınara doğru yöneldik. Çiçeklerle bezeli yeşil çimenler arasında dolaşmak,
çiçek toplamak çobanlıkla karşılaştırılmayacak kadar güzeldi. Öğlen oldu.
Bohçalar ortaya açıldı. Allah ne verdiyse güle oynaya bir arada yemek yendi.
Sutaşıma düğün bayram! Biz çocuklara hiç ağır gelmedi.
Ne
yazık ki, zaman çabuk geçti. Gölgelerimizin boyu uzadı iyice. Bir günlük
çalışma süresi sona erdi. Dönüş başladı yaylaya. Büyüklerimiz anlatıyordu. Hava
uygun giderse bir hafta on gün içinde kağnı arabalarıyla otları köye taşamaya
başlayabiliriz. Ardahan köylerine ait yüksek dağların eteklerindeki geniş
düzlükler, otlaklar ilginçti... Güzeldi!
Daha da
güzel olan kadın, erkek bir arada neşe içinde çalışıp köyümüzde 6 ay süren kış
için hazırlık yapmaktı. Diğer yaz günleri benim çobanlık yaşantım devam etti!
Sonbaharın gelmesi, okulun açılması için günleri saymaktan öte başka seçeneğim
yoktu. İlk kez bayram günü camiye gittiğim ve Çataldere yaylalarında yaşadığım o
güzel gün hafızamın derinlerinde kayıtlı. Ve de köyümdeki bir birlik, dostluk ve
örnek komşuluk ilişkileri…