‘’Bütün bu karışıklığın üstesinden gelmek için şiir
yazıyorum. Benim gibi sağı solu belli olmayan biri için ve bir göçebe için şiir
iyi bir yol arkadaşıdır. Yerin yedi kat dibine de gitsen, göğün yedi kat üstüne
de çıksan seninle gelir. Şiir imkânsız bir şeydir, mümkün değildir, çaresizdir.
Bunu hissediyorum ben hep onda kendi umutsuzluğumu buluyorum.’’(Alıntı)
Her şiirin
yalnızlığı kendine...
Acının racon
kestiği gecenin de ilacı iken içimde saklı rakımı yüksek bir dağ. Bazen
kapaklandığım yere genelde kapandığım içime.
Neşri mi
sözcüklerin yoksa kulaklarımdan gitmeyen binlerce nasihat mi artık beynimin de
midemin de kabul etmediği bir baş ağrısı ya da kramp giren sözcüklerime ne de
olsa hücre hapsindeyim şehrin ve sözcüklerin üstelik dokunulmazlığım var benim
ezelden kolaysa dokunun bana kolaysa konun omzuma kolaysa sahip çıkın
acılarıma.
Hüzünde yeni nesil
kerrat cetvelim.
Ben günü de ömrü de
b/öldüm hece hece bazense eksik olmayan bir kaos belli ki mutluluk da bir
rivayet.
Esiri olduğum çok şey
var çok da insan.
Esefle dikiyorum
yakamı, esefle söyleniyorum için için yine de tek kelime etmiyorum bir Allah’ın
kuluna.
Meğerse başım kelmiş
benim yetmedi başımın etini yiyenler adeta devasa bir tabak dolusu pirzola ne
zamanki musallat olsalar varlığıma.
Duygularım hepten
üşütük. Ah, başını bağlayamadım ya günün artık ne olacaksa.
Gecede saklı çözüm
adeta ve işte pekişen dirayetim bense duyguların mafyasıyım ve merdiven altı
hüzünlerden de düşen payıma az buz değil hani.
Tekeri kırıkmış
düzenin bense bileğimi iki defa aynı yerden kırdım üstelik sevdiklerim sırf
üzülmesin diye kafamı da kırdım yine de beyin hücrelerim isyan etmedi yetmezmiş
gibi kullanılmayan tüm nöronlarımla savıyorum insanların sırasını ve
sıvalıyorum kafatasımı yetmedi sınanıyorum ve insan olmanın hakkını veriyorum
ama hak ettiklerime de nail olamıyorum ve hakkaniyetin yittiği dünyada cirit
atıyorum bu duygu benim o duygu senin.
Hücremse hayli
havadar elbet beyin denen bellekte de saklı sırça köşküm ve gün bitiminde acele
ile taşınıyorum beynimin çatı katına ve ışıkları kapatıyorum ve ağzımı da
dikiyorum ve yeni baştan yazıyorum hikâyemi elbet kimsenin umurunda olmadığının
bilincinde belki de ben çalıyorum ben söylüyorum.
Hoyrat bir rüzgârdı
az evvel evi alt üst eden.
Üstelik ne alt katımızda
insan var ne de üst katımızda adeta süper-ego sözcüklerin diskalifiye olduğu ve
umudum yeniden depara kalksın diye yapıyorum da elimden geleni ve peşimden
gelenleri saymıyorum bile peşkeş çektiğim bunca duygunun üstüne ek olarak onlar
ne söyleyebilir ki?
Elbette çok şey
söyleyebilirler yetmedi içlerini okuyorum elbet ayarım kayıyor ve kaç ayarsa altın
bileziğim biliyorum da bilginin yuvasında geçen okul yıllarıma bir atıfta
bulunuyorum ne zaman kalemi elime alsam ama bunun bir hata olduğunun da bilincinde
sadece önüme bakıp kendime odaklanıyorum elbet değişen bir şey yok hali
hazırda.
Değişmeyen ne mi
kaldı haricinde?
Dağınık ruhum ve
pejmürde yüreğim elbet.
Kolaysa çık işin
içinden bense çivileme atlıyorum yürek denen havuza ve tüm havuz problemlerini
başarıyla çözmüş analitik zekam da yetmiyor gündelik ve ömürlük problemleri
çözmeye.
En çözülmez olansa
elbet benim.
Gitmem gerektiğini
hissediyorum ama gidemiyorum.
Gidemiyorum
kendimden ara sıra firar edecek gibi oluyorum ama kapıdaki koruma geçiş hakkı
tanımıyor üstelik ek hücre hapsine çarptırılıyorum ve çarpık düzene dâhil
olmadığım kadar da mutluyum bir o kadar hüzünlü belki de en sakar dönemimdeyim
ve çarptığım yerlerin haddi hesabı yok bu yüzden aralıksız çarpıyorum sayıları
tam da çözüme ulaşacakken…
Hayır, kapı
çalmıyor.
Ne de zaman
sonlanıyor.
Bitmeyen bir
gerilim ve had safhada kaygı eşiğim ve eşeledikçe eşeliyorum ruhumu beynime yol
verdikten sonra bu sefer acılarıma terapi yapıyorum ve terapist koltuğuna
kendim oturup sözüm ona davranışsal yaklaşımla ve de sistematik
duyarsızlaştırma yöntemiyle ruhumu ihya ediyorum.
Bir o kadar da imha
etmek isterken.
Bu sefer kapı
çalıyor ama ve posta kutuma bırakıyor posta güvecini tüm mektupları.
Sözcük ırkının
aralıksız postaladığı yüzlerce sayfa mektup ve şiir bir o kadar yazılmayı
bekleyen.
Ne yankısı ne
yazması aşkın ne de tolerans gösterdiğim bir o kadar tolerans göstermeyen kim
varsa…
Yalnızlığın
meyvelerini topluyorum ve acı denen soy ağacımda özlemle anıyorum eski mutlu
günleri bir o kadar bunun bir aldatı olduğunu biliyorum. Neden mi?
Sadece mutlu
olduğuma dair kendimi kandırmışken ve ardı arkası kesilmiyor mektupların ve
okunmayacağını bile bile ekleyip duruyorum her gün.
Hoş bir reverans
iken sevmek…
Benimse referans
vereceğim sadece ruhum ve beynim ve yüreğin dolaylarına dökülüyor gözyaşlarım
ve acının ırmağında soyutlanıyorum dünyadan ve tüm insanlardan üstelik
sonlanmayan da bir insan sevgim var asla onay almayacağımı bilsem de başvurumu
yapıyorum insan kaynaklarına hani olur da…