Bazen tek kelime yeter
de artar bile, duyumsadıklarımızı aktarmak için. Ötesinde tepkisiz kalmak bile,
aslında bir nevi tepkidir.
Bazen ise, ne
söyleyeceğimizi asla tasavvur bile edemeyiz. Ağızdan çıkan tek bir kelime bile
öylesine önem arz eder ki… Hele ki; yanlış telaffuz edilen bir sözcük yıkıp
geçer her şeyi bir anda.
İletişimin önemi, işte
tam da burada gösterir kendini.
Ya, karşımızdakinin
tutumu ve kestiremediğimiz ruh hali…
Yanlış anlaşılmak mı;
kahredici olmasının ötesinde, farklı bir tablo arz ettiği için karşımızdakinin
gözünde türlü türlü duruma mahal verebilir.
Bırakınız gündelik
hayatı, eğitim ve öğretimde de iletişimin yeri apayrıdır. Pedagoji ise eğitimin
inceliklerini öğreten, öğrenci ve öğretmen arasında köprü vazifesi gören,
olmazsa olmazıdır eğitimcilerin.
Beden dili, ses tonu,
mimikler iletişimin ana öğeleridir ve keşke yeterli olabilse bunları bilip, uygulamak.
Ne var ki; hayat okulu, tamamen pratiğe odaklı, balansı sürekli olarak gidip
gelen, göreceli bir mecra olduğu için her daim değişkenlik söz konusudur vuku
bulan olaylarda.
Gözlemlediğimiz ve
çevremizdekilerden öğrendiğimiz ne kadar incelik olursa olsun, bir noktadan
sonra işimiz mecazi anlamla şansa kalmış, diyebiliriz. Zira öğretiler, idealler
ve azmin yanı sıra kişilikler de etkin olabilmekte çözüm sürecinde.
Odaklandığımız ne olursa olsun, hep ince eleyip sık dokumak zorundayız.
Boş vermek mi; asla…
Bir şekilde geliştirdiğimiz davranış tarzı eninde sonunda bizi çözüme
götürecektir. Daha iyisini ve daha doğrusunu elde etmek adına buna mecburuz
sonuç itibariyle.
İletişimin gücü kişinin
kendisinde odaklanmakta olsa da, bazı durumları ve bazı insanları aşırı
idealize etmek, sonuçta oldukça yıpratıcı olabilmekte. Dolayısıyla, kendimizden
çok karşımızdakine atfettiğimiz değer bazen istenmedik sonuçlar doğurup,
zedeleyebilmekte iletişim sürecini. Hatta ve hatta ilerisinde de olumsuz
sonuçlara sebep olabilmekte birey açısından.
Gerek mesleki anlamda
gerekse özel hayatta, sorumluluk adı altında takındığımız tavırlar her daim
zorlayıcı olabilmekte. Sınırları zorlamak, mükemmeliyetçi bakış açısı ne yazık
ki her zaman müspet bir sonuç getiremeyebilir. Bunda, bireysel yaklaşımın ve bakış
açısının önemi o kadar büyük ki… Daha iyisini yapmak adına verilen uğraş ise
manevi doyumsuzluğa örnek teşkil etmekte diğer yandan.
Daha iyisini yapmak
adına, kişi zorlayıcı olduğu takdirde, bunun getireceği en büyük artı, kişisel
gelişimin taşınacağı bir üst basamaktır. Zoru seçmek adına beklentilerinin tam
anlamıyla karşılanmaması ise zaman zaman hayal kırıklığı yaratabilir. Ne kadar
çaba sarf etsek de…
‘’Varsın bir adım ötesi
olmasın, dünyanın sonu değil ya,’’ diye bir çağrışım yapabilir başkalarının
gözünde bu tutum ama buradaki temel nokta; kişinin kendini aşıp, verimli olmak
istemesiyle ilintili. Hele ki; size güvenenlerin gözünde, yol alıp, onların
beklentilerini boşa çıkarmamak ise oldukça mutluluk verici. Öyle ki; bazen, tek
bir kelime, sadece tek bir kelime bile yeterli olabilmekte uğraş veren
açısından.
Motive eden ya da
destekleyici her ne ya da her kim olursa olsun, zaten amaca ulaşılmış olunmakta
netice itibariyle.
Bir yandan hayatın size
sundukları ve diğer yandan sizden alıp götürdükleri… Akla gelebilecek her şey
ama…
İstemek ve sabır ise,
iki altın kelime tüm bunların altında yatan. Ve elimizdekini sonuna kadar
sürdürmek, ama ne olursa olsun, yeter ki mutluluk versin. Bunu haricinde ise
olan hiçbir şey ya da muhalif olan hiç kimsenin önemi yok, isteyip, başardıktan
sonra. Zira mutluluk oldukça ulaşılması zor bir kavram, kolay kolay
yakalayamadığımız.
Ve yakalamışken mutluluğu,
asla bırakmamalıyız peşinden koştuğumuz ideal ve isteklerimizin. Bırakın gitsin
gittiği yere kadar…