‘’Burada sade, doğal, sıradan halimle
görünmek istiyorum, yapmacık olmadan. Çünkü çizeceğim resim, kendi
portrem.’’(Montaigne)
Öncesinde an’ımın daha doğrusu beni
ben dahi tanımazken ve okuduğum aşk romanlarında hep mazlum bir taraf vardı:
seven kadın ve arzularına ket vurup, aşkına ihanet etmeden sadece kendi
doğrularına sahip çıkıp sevdiği adamı bekleyen ve asla kavuşması mümkün olmayan
ta ki romanın son sayfalarında bizler tırmıklarken kollarımızı ve her nasılsa
aşka düşmüş bizmiş gibi…
Sayısız romanını okuduğum yazarlar
üstelik bir ritüel bellediğim ve en fazla iki gecede sonlanan romanlar ve
sessizliği mabedim; okuduklarımı mahremim bilip, beni benden uzak kılan ama en
saklı duygularımı da su yüzeyine çıkaran.
Yirmili yaşlarımın coşkusu
çerçevesinde.
Derken ruhumu konuk ettiğim ve
korkmayı arzulayıp kendi banal korkularıma rest çektiğim o muazzam gerilim
romanları.
Stephen King’ten tutun Robin Cook’a
ve D.R. Koontz’a kadar ve hangi kitapsa yine bu kanıksadığım yazarların
kaleminden çıkan.
Sanırım Vektör idi ilk okuduğum
gerilim romanı ve arkası geldi de.
Hayatımın en sakil ve en bedbin
dönemini yaşadığımı sandığım yıllar sanırım başımda gecikme ile esen kavak
yelleri.
Dokunsanız ağlayacak ben’in birincil
versiyonu ne de olsa mesleki yaşantımdaki iniş çıkışları baz alıp dönem dönem
girdiğim bunalımların da ara nameleri idi okuduklarımla hayattan kaçtığım ve
asla bir yazı kaleme almak haddime mi, gibilerinden bir telaffuz da sunmamıştı
iç sesim o dönemlerde.
Akabinde aniden bir soğuma geldi:
okumak ne haddime neredeyse kitaplar batıyordu bana aslında bana batan yine
bendim ve kendimden değil uzaklaşmak hesaplaşmak bile ne aklıma geliyordu ne de
haddime düşerdi.
Geçmiş zaman olur ki…
Neşemin en yüksek rütbeye eriştiği,
hüzün sarmalından henüz nasiplenmediğim işin doğrusu evin küçük kız çocuğu
salınımında bir yandan sevdiklerim tarafından pışpışlanırken…
Boyutlar değişirken insanın ilgi
alanı da değişiyor ve yine mecramda at koştururken hayatı sorgulama gibi bir
lüksüm de yoktu-yoksa hata mı demeliyim?
Ne de olsa bana sunulan hayat
prenseslere layıktı ve ne bir sorumluluğum vardı ne de büyük ölçekte bir
sorunum.
Gelişigüzel yaşadığım, sporuma
istediğim kadar vakit ayırdığım ve küçüki güncel sapmalarla hayatımı idame
ettirdiğim. Detaylara girme hakkım yok en azından şimdilik zira Montaigne kadar
cesareti bulacak bir noktada değilim-bu arada kim oluyorum da kendimi böylesine
bir yazarla kıyaslıyorum bu anlamda tüm deneme severlerden özür diliyorum.
Kütüphanemde fazla klasik de
bulundurmadığım bir dönemdi sadece İngilizce yazılmış sayısız kitap yine
mesleki kariyerimde bana ışık tuttuğunu inandığım ve yine o dönem içine
düştüğüm çeviri aşkım.
Profesyonel anlamda çeviri yaptığımı
asla iddia etmesem de farklı konu ve türlerde çeviriler yapmaktı bir ara en
büyük hobim bu yüzden sayısız çeviriyi para almadan yaptığım ve mutlu mesut
yaşadığım bir süreç.
Detayları sevsem de beni en zora
sokandır bu anlamda hangi detayı baz alırım da günbegün izah edebilirim dünü
yine içimde saklı öylesine tarihler var ki… ne siz sorun ne ben söyleyeyim.
Zaman hızını ve benden de hıncını
aldıkça çoğu şeyden soyutlanmaya başlamıştım ve hasbelkader kendimi hiçlikle
iştigal ederken buldum.
Benlik güdülerimde yine bilincimi
teslim alan hep hayallerim olmuştu ve her nasılsa bilinçaltımın zengin kaynaklarından
beslenmek nasip oldu hele ki son zamanlarda görünmeyen buzdağı ile olan
savaşımda da mesnetsiz ithamlar sundum bol bol: önce kendime sonra yine kendime
bu yüzdendi aslında tüm sıkıntım: alt etmekle yükümlü olduğum benlik problemler
bir yandan da yükümlü olmaya özen gösterdiklerim.
İşin aslı, ilk etapta yazdıklarıma
herhangi bir isim konduramadım keza lise yıllarında yazdığım sayısız
kompsizyona da ve bir gün Montaigne ile tanışma fırsatım oldu.
En çok cezbeden de ruhun alabildiğine
çıplak sunumuydu.
‘’Kendim’’ dediği bir karakter.
Hele ki; bir ömür kendim olarak
kalabilmek için sayısız şeyden ve sayısız insanda vazgeçen ben ki; asla içinde
ikinci bir ben’i de barındırmak istemeyen her ne kadar değişken mizacımla
sayısız kimlik yansıtsam da kendime ve yakın çevreme lakin en eşsiz gözlemi
yine bir ömür kendinde yapan ve yalpaladıkça kaçış noktası olarak gizlenmeyi
işaretleyen ben.
‘’Utangaç ve iddialı’’diye
tanımlamıştı ünlü deneme yazarı.
Utangaç kimliğimle özdeştim lakin
iddialı olmak konusunda sayısız gel-git yaşayan biri olarak ya da ilgi
alanlarım sürekli değişirken hangi konuda iddialı olduğumu söyleyebilirdim ki?
Belki branşlaştığım uzmanlık
alanlarımda lakin sıkılıp başka bir dala konan.
Ama tek iddialı olduğum bir konu
vardı ki bunu hayatımın her saniyesine taşımaktan da gurur duyduğum hele ki
insan tam anlamıyla bir sevgi arsızı iken.
Dokunaklı bir tema, değil mi lakin
konu dokundurmak ya da dikkat çekmek değil bilakis silik olmayı tercih ettiğim
lakin illa ki göze battığım sayısız topluluk üstelik kendimi bildim bileli.
Konuya girerken sadece yazdıklarımın
deneme türü olup olmadığını bile bilmezken, deyip ve konuyu üstada getirip
noktayı koyacaktım lakin konu insanın kendisi oldu mu ve yine çözümlemekle
iştigal bir karakteriniz varsa üstelik sizi zora sokan bu da yetmezmiş gibi
çevrenize de yansıttığınız.
Aslında sayısız zıtlıklar da söz
konusu idi yine Montaigne konuyu kendisine getirip yine bir türlü kendisinden
çıkamazken.
Hele ki zıtlıklar size ayrı bir coşku
ve mutluluk verirken mesela görüntü itibariyle; mutsuz ve melankolik bir
yapınız varken ansızın gülmeye başlayıp kocaman kahkahalar atıyorsanız ya da
mutluluğun doruğunda ağlamaya başlayıp da kendinize dokunaklı hikâyeler ve
kahramanları yaratıyorsanız hele hele ki yalnız geçen çocukluğunuzda hayali
kahramanlar sayesinde hayatı daha o zamandan yaşanır kılmışsanız…
Hatta o ünlü söylem yine Montaigne
için kullanılan:
‘’İlk modern insan.’’
Üstüne üstük klasik zevkleriniz varsa
ve modernlikten ne anladığınız zamana ve çağa göre de değişim gösteriyorsa…
Yine de değişmeyen tek şey değişimin
arz-ı endam ettiği değişmeme ihtiyacını körükleyen ve değişime karşı
duramadığımız belki burada bir virgül açmalıyım neden derseniz:
Klasik zevklerin ve alışkanlıkların
birincil kaidesi belki de kitaplar özellikle teknoloji sayesinde internette
rast geldiğimiz o muazzam bellek yine istediğimiz kitabı indirip okuma lüksüne
sahip olduğumuz lakin bir istisna var en azından kendi adıma.
Çok istediğim bir kitabı elime aldım
kitapçıda geçenlerde lakin sanal ortamda o kitaba rastlamıştım ve almadan
çıktım. Akşamında okumak istedim kitabı ve sayfa sayfa taramaya başlamıştım ki…
masada duran fosforlu kalemler bana göz kırptı ve ekrandaki satırlar da bana
göz kırpıyordu: ya çıktı alacaktım ya da okumayı bırakacaktım. Karar veremedim
lakin tatsız bir duygunun hâkim olması ile kapadım bilgisayarı ve ertesi gün
hiç üşenmeden gittim aynı kitabı o eşsiz kokusunu ciğerlerime çeke çeke aldım
ve işte zaferi fosforlu kalemlerim kazanmıştı ve de klasik zevklerim uğruna
para harcamaktan çekinmediğim.
Üstüne üstük hayatı deneme-yanılma
yöntemiyle yaşayan bir insan olarak gerçi kim için ne derece doğru bir tanım,
tartışılır lakin denemekten gayrisi varsın yanılarak doğruya yaklaştığımız
gerçeği olsun, sevdiğim kadar hayatı yine duyumsamak da hatalarımı ve özür
dilemekten de asla çekinmediğim hele ki karşımdaki sevdiğim bir insan da oldu
mu…
Densiz seyrinde hayatın, modern şehir
insanı görüntüme rağmen, tüm klasik zevklerimle yaşamak da benim vazgeçilmezim
üstelik tüm zararı yine kendisine dokunan bu yüzden özgürce yaşamak ve
dillendirmek belki bir kıstas belki de kimine göre bir handikap lakin işin
içine sevgi ve iyi niyet girdi mi…
Denemediğim ne mi kaldı?
Bunu da zaman gösterecek.
Sevgilerimle.