Yıl 1967, Ocak ayı bitti. Yarın 1 Şubat cumartesi. Ara
karnelerimizi alacağız. Üç yıllık ortaokulun bir sömestrsisini daha bitirmenin
heyecanı içindeyim. Buruk bir heyecan var içimde. Birinci ve ikinci sınıf
günlerinde karnelerimizin verileceği günü iple çekerdim. Çünkü iftihara
geçebilme heyecanı heyecanıyla içim kıpır kıpır olurdu.
Okulumuzun
önünde tüm sınıflar sıraya geçip okul müdürümüzün iftihar listesini sınıf
sınıf, şube şube okumaya başlayınca heyecanım tatlı bir mutluluğa dönerdi. İlk
iki sınıfta her dönemde iftihar listesinde adım okunmuştu. Çalışmak, sonunda
emeklerinin karşılığını görmek güzeldi…
İftihara
geçmenin manevi hazzının ruhumda bıraktığı olumlu etkiyi sözle anlatamam. Uçsuz
bir öz güven kazanıyordum. İlk gençlik yıllarının deneyimsizliğiyle yıllar
horozlar gibi kabarıyordum iftihara geçenler arasında adım okununca! Oysa
öğrenim hayatımın daha başındaydım. Önümde kat edeceğim daha nice yıllar vardı…
Manevi
hazzından öte bir katkısı yoktu iftihara geçmenin. Hani ileride okunacak
okullara girişte bir katkısı olsa zevki elbette daha da katmerli olurdu. 4 kez
iftihara geçmekle olayın hazzını yetesiye tattım.
Üçüncü
sınıfta ders dışı kitaplara karşı zapt edilmez bir istek uyandı bende. Öykü ve
romanların gizemli dünyasına hızlı bir giriş yaptım. Bir gül bahçesinde
güllerin gülleri, çiçeklerin çiçekleri çağırdığı zamanlardaki gibi romanlar
beni çağırıyorlardı. Ders kitapları öğrenme merakımı gideremiyordu. Roman ve
öykülerde farklı güzellikler keşfetmeye başladım. Edebiyat dünyasındaki ilginç
yaşamları okumak güzeldi. Hele de okuduğum bir romanın filme uyarlanmış i
izlemekle sanatın bir farklı alanlarına götürüyordu beni.
Küçücük
ilçemizde bulabildiğim her kitabı büyük bir açlıkla okuyordum. Elime geçirdiğim
bir kitabı bir ya da iki kalıyordu elimde. Reşat Nuri’nin Acımak, Yaprak
Dökümü, Damga, Dudaktan Kalbe ve elbette Çalıkuşu’nu büyük bir iştah ve
beğeniyle okudum. Çalıkuşu’nun anlatımı sanki yüksek dağlarda sessizce akan
duru pınar suları gibi duru ve sadeydi.
Yaşar
Kemal’in İnce Memed romanı bir destan güzelliğinde sardı beni. Orhan Kemal,
Esat Mahmut Karakurt, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant, Oğuz Özdeş, Fakir
Baykurt’un kitaplarını seve seve okudum.
Kitaplardaki aşk konuları hayli ilgimi çekiyordu. O yıllarda kız
arkadaşlarla konuşmak hiç ama hiç olanaklı değildi. Karşı cinsle olan ilgimizi
yaşıt arkadaşlarımla okuduğumuz aşk romanları ve Yeşilçam melodramlarıyla
gideriyorduk.
Ders
dışı kitaplara olan aşırı ilgim ders çalışmama zaman bırakmıyordu. Yine de
geçer notlar alıyordum. Karneme kırık not gelmeyecekti. Lakin iftihara geçenler
arasında adım okunmayacaktı. Durumumdan şikâyetçi de değildim.
Okulu asmak, öğrenim
yaşamımı sonlandırmak gibi anlayış aklımın ucundan bile geçmiyordu. Fakat aile
büyüklerim durumdan hoşnut olmayacakları da aşikârdı. Onlara göre ders
kitaplarımdan başımı kaldırmamalıydım. Her nimetin bir külfeti vardır. Bu kez
de iftihara geçmezsem dünyanın sonu gelmezdi. Kitaplardan edindiğim zevk velime
yazılan yarım dosya kâğıdı iftihar yazısından kat kat daha fazlaydı.
Sabah ola hayrola. Bakalım
yeni gün nasıl başlayacaktı. Kışın tam ortasındaydık. Kısa süreli beklentim;
karne alacağımız cumartesi gününün kar yağmamasıydı. Aşırı soğuk günler
yaşıyorduk. Gökyüzüne komşu ilçemizde kar bir yağmaya başladın ardı arkası bir
türlü gelmezdi. Yollar kapanır, sular donar, doğa bembeyaz kürkünü giyerdi.
Maalesef karne alacağımız
1 Şubat cumartesi gününe rüzgâr, fırtına ve yoğun kar yağışıyla uyandık. Sert
esen rüzgâr camları titreştiyordu. Oturduğumuz evin üç ayrı odasında oturan
ortaokullu arkadaşlar bir araya toplandık. Çabucak sobayı tutuşturduk. Elde
kalan ne var ne yok nevalelerle kahvaltı hazırladık. Neşe içinde karnımızı
doyurup, okula yollandık. Okul yolunda 30 Santim yüksekliğinde karlar
birikmişti. Düşe kalka sınıflara vardık.
Karne heyecanı zapt
edilemez bir hal aldı. Nihayet karneler üçüncü dersin sonunda dağıtıldı.
Sevinen sevindi. Üzülen üzüldü. Akla kara gözlerimizin önünde şekillendi. Birinci
dönemdeki çalışmalarımızı karşılığını gördük. Kırık notum yoktu. Fakat birinci
ve ikinci sınıflardaki gibi 8’ler, 9’lar, 10’lar da yoktu karnemde. Ortalama
bir karne aldım.
Kar yağışını artırarak
sürdürüyordu. İki haftalık ara tatilimizi köylerimizde geçirecektik. Köye
götüreceğimiz eşyaları çabucak alıp ilçenin çıkışında arkadaşlarla buluştuk.
Hedef 1300 metrelik tepeleri bir an önce aşmak. Normal zamanlarda 2 saatlik
yolu bitirip ailemize, köyümüze kavuşmak.
Köyümüzün ortaokulluları
bir aradaydık. Aramızda üç adet Tuncer, iki adet Kemal, Sümmani, Alim, Mübin,
Elfaz, Nedim, Sayettin, Ahmet vardı. Kar şiddetli yağsa, rüzgâr karları
ağzımıza, gözlerimize doldursa da güle oynaya yola revan olduk. Sabahleyin
ilçeye gelen Yavuzköy’lülerin ayak izleri kaybolmuştu.
Serde ilk gençlik
yıllarının heyecanı var. Karlar içinde büyümüş gençleriz. Özgüvenimiz tam.
Karnelerinde kırık notları olan arkadaşların kaygısız halleri ilginçti. Millet
gülüp eğleniyor! Kırık notum olmamasına neşem yerinde değildi. İftihara
geçemedim. Buruk bir acı hissediyordum.
Arkadaşlarımla birlikte
yürümek güzeldi. Kafile mola verdi. Sesi güzel olan Elfaz arkadaşımız, “Kar
yağar bardan bardan… Yollar kapandı kardan…” türküsünü okumaya başladı. Sümmani
arkadaşımız arkadaşlar:
“ Bu türküyü koro olarak
okuyalım ”dedi.
Hep birden türküyü
okumaya başladık. Daha başka türküler de okuduk. “Kara basma kayarsın…
Kıratımın beli ince, ölürüm yar görmeyince…” Rüzgâr hızını kesti, kar yağışı
yavaşladı. Yürüyüşe devam ettik.
Yavuzköy Yaylalarından
kuvvetli bir rüzgâr koptu. Birbirimizi göremez olduk. Çevremizi kesif bir kar
bulutu kapladı. Güçlükle yürüyüşümüzü sürdürdük. Benim için yol ayrımına geldik.
Köyden sapa olan kır evime gitmek için arkadaşlarımdan ayrılıp yolun geri kalan
1 saatlik kısmını yalnız yürüyecektim. Arkadaşlarım:
“Bu karda, kıyamette
gidemezsin, birlikte köye gidelim.”
“Yanlış yapıyorsun,
bizden ayrılma…”
“Gelmezsen de gelme!..
Bizden günah gitti.” Bu önerileri dikkate almadım. Bir an önce aileme kavuşma
özlemi galip geldi. Yalnız başıma yürümeye başladım. Arkadaşlarımın ısrarcı
olmamalarına da biraz gücendim! Yetesiye ısrar etselerdi onlardan
ayrılmayabilirdim.
Benim için gerçek
mücadele başlıyordu. Yoğun yağan karla, fırtınaya dönüşen rüzgârla yalnız
başına mücadelem başladı. Yol güzergâhım yetesiye fark edilmiyordum. Sahra
çölünde garip bir yolcuydum. Biraz sonra arkadaşlarımın sesleri duyulmaz oldu.
Tek başınaydım artık. Moralimi yüksek tutarak, gücümü tüketmeden yürümek
zorundayım.
Bazı yerlerde rüzgâr
karları süpürmüştü. Böylesi yerlerde yürümek yağla bal. Bazen de boğazıma kadar
karlara saplandım. Karlara saplandığım anda paniğe kapılmadan yavaş yavaş düze
çıktım. Bir çeyrek saat içinde 2 kez karlara saplandım. Allah’tan rüzgâr biraz
hızını kesti. Sık sık mola vererek yürüyüşümü sürdürdüm.
Rüzgâr yeniden aç kurtlar
gibi ulumaya başladı. Gitgide hızını arttırdı. Ağaçlardan kaldırdığı taze
karlardan oluşan kar bulutu çöllerde oluşan kum fırtınalarından farksızdı. Kısa
sürelerle sağımı solumu göremedim. İçime korku düştü. Evime varamayacak mıydım?
paniğe kapılmamalıyım!.. Korkunun ecele faydası yok! Köy çocuğuyum. Karlı bir kış
günü doğurmuş annem beni. 5 Ay süren kış mevsimlerinin içinde büyüdüm. Kolayca
beyaz bayrak çekmek olmaz.
Tipi birazcık dindi.
Dağların yücelerine çekildi rüzgâr. Önümü görmeye başladım. Gücümü kaybetmeden
yürümem önemliydi. Bu bilinçle her adımımı dikkatli atıyordum. Karlara
saplanınca kurtulmak için aşırı güç harcıyordum. Düşe kalka yürümeye devam
ettim. Hemen hemen yolu yarıladım. Karnım zil çalmaya başladı. Ayaklarımın,
ellerim üşüdüğünü iyi hissettim.…
Dar bir vadiden geçiyordu
yolum. Rüzgârın süpürüp biriktirdiği karlarla mücadelem başladı. Bazı yerlerde
boğazıma kadar karın içine gömüldüm. Bir an an geldi günlerimin tükendiği; bu
vadiden çıkamayacağım kuşkusu sardı benliğimi. Amansız tipinin oluşturduğu
vahşi rüzgâr sesi son duyduğum sesler mi olacaktı.
Tüm bedenimi tatlı bir
rehavet sardı. Çocukluk anılarım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye
başladı. Üç yaşında bir çocuktum. Evimizin önünde oynuyordum. Az ilerime bir
karga kondu. Kargaya doğru yürümeye başladım. Onu daha yakından izlemek ve
azıcık dokunmaktı amacım. Her yaklaştığımda karga azıcık havalanıp birazcık
ileriye kondu. Daha sonra annem evden çıkıp yanıma gelince karga uçup ormanın
derinliklerinde kayboldu.
Hemencecik silkinip
kendimi toparladım. Hareketsiz kalmak ölüm meleğine davetiye çıkarmak demekti.
Ellerimi ovuşturdum. Yanaklarıma annemin hiç atmadığı şamarlar patlattım. Annemi
anımsadım. Kalbimde dayanılmaz bir acı hissettim. Tipiye yenilip donarsam
annemin ne büyük acılar yaşayacaktı.
Ortaokula gitmek için bu
yollu kat etmiştim. İlkokulu bitirmiş yeni bir okula başlayacaktım. Serin bir
sonbahar günüydü. Güneş ufuktan fazla yükselmemişti. Gökyüzünde uzak ara ile
gri bulutlar vardı. Her şey güzeldi. Sol tarafımdaki ormandan hafif bir rüzgâr
yüzümü okşuyordu. Bir an önce yeni okuluma kavuşmak için koşarcasına
yürüyordum.
Büyük ümitlerim vardı
gelecek adına. Ortaokula giden ağabeylerimden yetesiye okul hakkında bilgi
almıştım. Derslerine çalışan öğrenciler için başarılı olmak hep mümkündü.
Normal başarılı olmak bir yana iftihara geçmeyi kafama koymuştum. Böylesi güzel
düşüncelerle başladığım ortaokulu bitirmeden karlar arasında donacak mıydım?
Hayır, teslim olmak yok. Dersleri başardığım gibi fırtınayı, tipiyle mücadeleyi
de başarabilir. İyi şeyler düşünmeliyim…
Beden Eğitimi
öğretmenimizi anımsadım. Öğretmenimiz derse başlarken bizlere ısınma
hareketleri yaptırırdı. Aynı hareketleri yapmaya başladım. Kafamı sağa sola
çevirdim. Kollarımı omuz başlarından hareket ettirdim. Bacaklarım derken
yeniden güven kazandım. Epeyce de dinlenmiştim.
Vadinin tam
ortasındaydım. Yolumu da yarıladım sayılır. Ha gayret diyerek belime kadar
saplandığım karlı yolda yürümeye başladım. Önümde fazla yüksek olmayan bir tepe
var. O tepeyi aşabilirsem yolun kalan kısmını rahatlıkla bitireceğimi
umuyordum. O tepeyi aşabilmek benim için “Olmak ya da olmamak” demekti…
devam edecek…