TÜRKLER VE EHLİ SÜNNET TASAVVUFU

 

       

        Türklerin İslam dinini öğrenmeleri ve yaşamalarında hiç şüphesiz Ehli Sünnet tasavvufunun ve tasavvuf erbabının büyük katkıları olmuştur. Türklerin Müslüman olmalarında İlk sufilerden Şakik-i Belhi, İbrahim b. Edhem’in gayretlerinin etkisi inkar edilmese de Batı’ya göç eden Türk obaları üzerinde en büyük etkiyi Ahmet Yesevi (ks) göstermiştir. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında ve tasavvufi cereyanda Pir-i Türkistan, Hace-i Türkistan olarak ta anılan Ahmet Yesevi ve müridlerinin etkisi yadsınamaz. Burada Anadolu ve Rumeli’nin İslamlaşmasında bu kadar büyük etkisi olduğu bilinen/kabul edilen Ahmet Yesevi’den ve misyonundan az da olsa bahsetmek bir mecburiyettir.

            Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Ahmet Yesevi temel eğitimini başta babası olmak üzere, rivayetlere göre Ashab’tan olan Arslan Bab/Baba’dan aldı. Arslan Bab/Baba’nın vefatından sonra dönemin en tanınan alim ve mutasavvıfı Yusuf Hemedani’ye intisap ederek eğitimini tamamladı ve icazetini aldı. Şeyhi Yusuf Hemedani hazretlerinin vefatından sonra üçüncü halife olarak dergahın başına geçen Ahmet Yesevi hazretleri aldığı manevi işaret üzerine görevi Nakşibendi tarikatının kol başlarından Hace Abdülhalik Gocdevani’ye bırakıp, memleketi Yesi’ye (Türkistan) dönerek dergahını kurdu ve bilhassa Türk kavimleri içinde irşadına başladı. Hace Ahmet Yesevi’de hocası Yusuf Hemedani hazretleri gibi Hanefi mezhebindendir. İslam’la yeni tanışan Türklere İslam dinini tebliğ etmeye başladı. Göç yolundaki Türk aşiretlerine yerleştirdiği mürid ve halifeleriyle Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında  etkili oldu.

            Ahmet Yesevi hazretleri büyük bir mutasavvıf ve alimdi. Yazmış olduğu Divan-ı Hikmet kitabını bir şiir kitabı,Ahmet Yesevi hazretlerini bir şair olarak değerlendirirseniz elinize bir şey geçmez. Edebiyat Tarihçisi M. Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında ilk mutasavvıflar kitabında belirttiği gibi:”San'at endişesiyle hiç bağlı kalmayarak şiiri sırf dinî-tasavvufî bir propaganda vasıtası gibi telakki eden Hoca Ahmed Yesevi’nin eseri,yukarıda açıklandığı gibi, dahili ( intrinseque) bedii kıymetten çok mahrum ve alelade bir mahsuldür; tarihi hususları bir tarafa bırakarak, Divan-ı Hikmeti sırf bedii bir gözle tedkik edecek olursak, bu günkü değil hatta dünkü edebi zevkimize göre bile ona büyük bir kıymet veremeyiz; lakin diğer cihetten onu tarihi bir noktadan, yani harici (extrinseque) kıymet ve tesirleri bakımından tedkik ettiğimiz zaman,bu yüzyıllardır yaşayan eserin azamet ve kuvveti önünde eğilmemek elden gelmez.”

            Belirttiğimiz gibi Ahmet Yesevi (ks) büyük bir alim ve sufi idi. Amacı da şiir yazmak değil çevresindeki insanlara İslam’ı anlatmak,hidayetlerine vesile olmaktı.

            Günümüzde bazıları farklı ithamlarda bulunsalar da Ehl-i Sünnet tasavvufu İslam dinini daha güzel yaşamak için ortaya çıkmış bir yoldur. Bu bağlamda Ehli Sünnet tasavvufunun bir felsefesinin olduğunu söyleyebiliriz.(Bu cümle deki felsefeden kasıt:”Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü” dür.) Semerkand dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sabahaddin Aydın’ın katıldığı programda söylediği gibi” tasavvufun tek bir tanımı yoktur.” Tasavvuf erbabı ”Allah’a ulaşmanın sayısız yolu olduğunu kabul etmiştir. Bu yüzden tek bir cümleyle tasavvufu tanımlamaya çalışmak mantıklı olmaz. Nitekim Muhyiddin Arabi(ks) Peygamberimizin işaretlerine uyarak:"tasavvuf,Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmaktır" diyerek tasavvuf hakkında yapılan tüm tanımları veciz şekilde özetlemiştir. Cavit Sunar-İslam tasavvuf Tarihi) tasavvuf karşıtlarının en büyük iddiaları Peygamber Efendimiz(sav) zamanında tasavvufun olmadığı, sonradan ortaya çıktığıdır. Bu durumda şunları sormak gerekmez mi:Peygamber Efendimiz(sav) zamanında Kelam Akaid ve Hadis ilimleri var mıydı?

            Hz. Peygamber (asv) hayatta iken, diğer İslami ilimler gibi Akaid ilmi yoktu. Sahabeler Peygamberimizden(sav) duyduklarına şüphesiz iman ediyor,asla yargılama veya eleştirel düşünmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. Hz. Peygamber´in vefatından sonra gelişen fikri ve siyasi olaylar,fetihler sebebiyle farklı toplumların İslam dinini kabul etmeleri, yeni anlayış ve yorumları da beraberinde getirdi. Selef dediğimiz ilk dönem İslam alimleri, bu yeni anlayış ve yorumlara karşı İslam akaidini açık ve net bir şekilde ortaya koyma ihtiyacını duydular. Sahabe ve Tabiin’in verdikleri fetvalarla ve yazdıkları kitaplarla,Gayri Sünni mezheplere karşılık Sünni Akaid mezhepleri ortaya çıktı.(Maturidi ve Eşari)

            Yeni fetihler Müslümanları yeni kültürlerle karşı karşıya getirdi.(Hristiyanlar,Yahudiler ve İranlılar) Ayrıca Yunan felsefesi tercümeler yoluyla İslam dünyasına yayılmaktaydı. Bu yeni durum karşısında, İslam akidelerini ortaya koymaktan öte, felsefe ve İslam’a zıt fikirlere karşı savunma ihtiyacı da doğdu. Bu bakımdan, Ehl-i bid´at diye nitelendirilen Mutezilenin elinde gelişen kelam ilmine, Ehl-i sünnet alimleri de sahip çıkmak ihtiyacını duydular. Savunma duygusu arttığı oranda Akâid-Kelâm kitaplarına felsefe ve mantık konuları da bol miktarda girdi. Kelam ilmi bu tür mecburiyetler sonucu ortaya çıktı. Klasik İslam kaynakları Kelam ilmini Allah’ın zat ve sıfatlarından,peygamberlik ve peygamberliğe ilişkin meselelerden,mebde ve mead itibarıyla yaratılmışların hallerinden İslam esaslarına göre bahseden ilim olarak tanımlamaktadır. Belirttiğimiz gibi kelam ilmi fetihler çağında biraz da kılıç zoruyla Müslüman olan eski Yahudi ve Hristiyanların Akaid konularını tartışmaya açmalarının getirdiği mecburiyet sonucu ortaya çıkmıştır. İslam fukahası akli ve nakli delillerle kelam konularını anlatarak insanların kafalarına sokulan şüpheleri ortadan kaldırmak için uğraştılar.

           Bir önceki paragrafa geri dönecek olursak;Sahabe ve Tabiin devrinde de tasavvuftan bir ilim olarak söz edilemez. Zira, Ashab-ı Kiram hayatlarının her anında  Kur'ana ve Hz. Peygambere (asv) uydular. Sahabe ve Tâbiin’in yaşadıkları birinci ve ikinci hicri yüz yıllarda tasavvuf, zahitlik, Nâsiklik, fakihlik,şakirlik... gibi adlar altında sadece dışa ait, yani Allah'ın rızasını kazanıp Cennete girmek ve Allah'ın cemâlini müşahede gayesi ile idi. (Cavit Sunar-İslam tasavvuf Tarihi)

            Ehli Sünnet tasavvufu ayrı bir din veya mezhep anlayışı olmadığı gibi,düşünce ve uygulamalarında da hiç bir zaman Ehli Sünnet inancının dışında olmamıştır. İddiamızı temellendirmek için ilk dönem sufilerinden Hasan Basri (ks) hakkında kısaca bilgi vermek gerekir. Hasan Basri(ks) İslam tarihinde sufi-ulema konusunda örnek gösterilecek şahsiyetlerdendir. Hasan Basri(ks)aynı zamanda Ehli Sünnet tarikatların kabullendiği referanslardan biridir.

            Hasan Basri, Peygamberimizin ve ashabının itikadları ve  İmam Mansur el Maturidi ve Ebu Hasan El-Eş'ari Hz.lerinin ictihadları üzre bulunan Ehl-i Sünnet'in de ilk ve meşhur  İmam ı ve Mu'tezile'nin, başı Vasıl b. Ata'nın da hocasıdır. Hasan Basri'nin hareket noktası,geçici olan bu dünya hayatından yüz çevirip yalnız Allah'a yönelmek ve dayanmak ve O'ndan korkmak idi. Çünkü,bu dünya hayatından Peygamberler de yüz çevirmiş,hatta, Allah bile bu dünyayı kendisinden ayrı  olmak üzre yaratmıştır.

               Hasan Basri, daima korku ve kaygı içinde idi ve sürekli korku ve kaygının da iyi işler işlemekte büyük rolü olduğuna inanırdı .Çünkü, bu dünya geçicidir, en sonda, bu dünyadan hesap sorulacak bir ahiret gelecektir. Hasan Basri, "Hâl" kavramı üzerinde de durmuş ve onun nefs muhasebesine ait tanımları Muhasibi'nin tanımlarına esas olmuştur. O  şöyle diyor: "Bu dünyada kendini muhakeme etmiş olanlar için Kıyamet günündeki muhakeme de hafif gelecektir".

           Hasan Basri, cehennem ateşinden çok korkardı ve daima cenneti ve cennetin nimetlerini arzulardı ve şöyle derdi : "Ey Adem oğlu! Senin dini hayatın!İşte ekmeğin ve işte kanın! Ey Adem oğlu! Yalnız başına öleceksin, yalnız başına mezara gireceksin, yalnız başına tekrar diriltileceksin ve yalnız başına muhakeme olunacaksın! Ey Adem oğlu! Nefsinden sakın, nefsinden sakın! Nefs-i emmarelerinizi daima tahkir ediniz, zira,şahlanmağa meyaldırlar...Cennetin gerisinde olan her ni'met hürdür ve Cehennemden başka her imtihan kolaydır !..."Hasan Basri'ye göre insan, dünya ile istemeye istemeye arkadaşlık etmelidir ki sonunda mutlu olabilsin. O, bu hususta da şöyle der: "Dünya senin bineğindir. Eğer ona hakim olup binersen seni yüklenip taşır. Eğer hakim olamazsan o sana biner ve seni ezer, öldürür".Hasan Basri, yalnız zühd ve riyazete değil, tefekküre de büyük önem vermiştir. Zira, onca tefekkür,insana iyinin ve kötünün ne olduğunu gösteren bir aynadır ve insanı  her zaman kötülük yapmaktan  korur. Cavit Sunar,İslam tasavvuf tarihi)   

            Anlaşılacağı üzere  Sahabeler Peygamber Efendimizden duydukları her şeyi itirazsız kabul etikleri, yaşadığı gibi yaşamaya çalıştıkları için tasavvufi hayat ihtiyaç yoktu. Yeni kültürlerle tanışma,zenginliğin artması gibi etkenler beraberinde Müslümanların yaşayışında bir rehavet ortaya çıkardı.

            Tasavvuf karşıtlarının iddia ettiklerinin aksine Ehli Sünnet tasavvufu,sayfanın baş tarafında belirttiğimiz üzere,İslam’dan ayrı bir din anlayışı olmadığı gibi,düşünce ve uygulamalarında da hiç bir zaman Ehli Sünnet inancının dışında olmamıştır.

            “Ehli Sünnet tasavvufunun büyüklerinden Muhammed Parsa,diğer bütün tanınmış Nakşibendi şeyhleri gibi şeriate sıkı sıkıya bağlılığı ile tanınmış bir sufiydi. Rivayete göre bir gün şeyhine (Şah-ı Nakşibendi (ks)”Tarikat neyle bulunur? Diye sormuş,şeyhi de “Şeriata sıkı sıkıya bağlanmakla” cevabını vermişti. Muhammed Parsa,Faslul Hitap-Tercümesi, Erkam yayınları)

             Yine Ehli Sünnet tasavvufunun büyüklerinden İmam-ı Rabbani Mektubat kitabında “Bu yolun (Nakşibendiyye tarikatının) başlangıcının Şeriat olduğunu yolun sonunda da şeriata varılacağını yazmaktadır. Özellikle Nakşibendi tarikatını inceleyen yabancı bir akademisyenin Nakşibendiyye tarikatı hakkındaki  görüşlerini aktarmak istiyorum.

            (Nakşibendi geleneği içinde üretilen çok sayıda eserin tetkiki,bu geleneğe mensup şeyhlerin temel gayretlerinin, tasavvufi öğreti ve pratiklerinin İslam’ın yasası olan Şeriat ile sürekli uyum içerisinde olduğunu bize göstermektedir...tasavvuf ile ehl-i sünnet itikadı arasındaki temel uygunluk, asırlar boyunca Şazelî, Halveti ve diğer pek çok tarikatlarca tarihlerinin belirli dönemlerinde cemaat tavrı(Yazar orjinal metinde orthodoxy kavramını kullanmıştır. Çok farklı anlamlara sahip olan bu kavram zıddı olan heterodoxy ile daha iyi anlaşılmaktadır. Yaygın kanaate göre bir inanç veya gelenek içerisindeki ana akımı temsil eden bu kavram bu çalışma bağlamında kullanıldığı yere göre ehl-i sünnet veya Sunni tutum olarak tercüme edilmiştir.)olarak sergilenmiştir.11.yüzyılın meşhur alim ve sufisi, Ebu Hamid Gazzali’nin de aralarında olduğu pek çok Müslüman düşünür tarafından da altı çizilerek vurgu yapılır hale gelmiştir. Fakat hiç bir tarikat bu iki temel kaideye Nakşibendi şeyhlerinin gösterdiği tutarlılık ve süreklilikte vurgu yapmamıştır... Nakşibendiyye ile ilgili araştırmalarımda ana kaynağım, Nakşibendilerin tarikatlar arasında en eğitimli geleneği temsil ettikleri iddialarının bariz bir ispatı olan ve oldukça büyük hacimdeki Nakşibendi literatürünün bizzat kendisi teşkil etmektedir... Ahmed el - Serhendi’nin ehl-i sünnet vurgusu kıyamet günü insanların, tasavvufi bağlılıklarından değil, Şeriata tabi olup olmadıklarından sorgulanacaklarına ilişkin iddiasında ifadesini bulmuştur. Nakşibendilik-Dünya Çapında Bir Sufi Geleneğin Sünni Tutum ve Faal Tavrı-Itzchak Weismann Tercüme:İrfan Kelkitli)                                              
            Burada okuyucuların aklına şöyle bir soru gelebilir:Konu Ahmet Yesevi hazretlerinden Tarikatlara ve Nakşibendiyye tarikatına nasıl geldi?Konunun buraya gelmesinin iki sebebi var:

            1-Ehli Sünnet tarikatlar uygulama bakımından farklılıklar arz ederler. Akaid(inanç) ve şer’i hükümlere bağlılık konusunda hepsinin tavırları birdir. İ. Weismann’ın belirttiği gibi Nakşibendilerin aynı zamanda en eğitimli geleneği temsil etmeleri sözü buraya getirdi.

            2-Daha çok Orta Asya Türkleri arasında gelişen Yesevilik tarikatı ilerleyen zamanlarda Nakşibendiliğin içinde eridi. Ahmet Yesevi hazretleri de Ehli Sünnet tasavvufunun temsilcilerinden birisiydi,farklı bir coğrafyada farklı insanları irşad etme vazifesini yerine getirdi.

          Tarikatların daha doğrusu dervişler ve şeyhlerin Osmanlı devletinin kuruluşunda müspet manada büyük etkileri olmuştur. Mesela Osman Bey’in kayınbabası Şeyh Edebali, dergahı olan bir şeyhti. Bursa’nın fethinde Buhara’dan 40 dervişle gelen ve muhasaraya katılan, daha sonra adına Dimetoka’da dergah kurulan Abdal Murad Horasan Erenlerindendir Yeseviyye fukarasından veya Ebul Vefa tarikatından Geyikli Baba müridleriyle birlikte Bursa yakınlarında yaşamaktadır. Süleyman Paşa ile Rumeli fütuhatına katılan dervişler vardır.(Kızıldeli Seyyid/Seydi Ali Sultan)

        Hasan Küçük’ün yazdığı Osmanlı Devletini Tarih  Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden  Biri: Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet  Tesirleri isimli kitabının başında eser hakkında yazılan iki yazıdan birinde Hekimoğlu İsmail Tarikatlar hakkında şunları yazıyor:Eserin ismi;Osmanlı  Devletini  Tarih  Sahnesine  Çıkaran  Kuvvetlerden Biri  Tarikatlar ve  Türkler  üzerindeki Müsbet  Tesirleri. Bu  isim, sanki  eseri  hülasa  ediyor,öyle  hülasa  ediyor  ki,sanki tarikatlar,devlet  denilen  sarayın  orta  direği..Bu  direk,  diğerleriyle  birlikte   Devleti   yüceltmiş;bu  direk,Osmanlıları, tarihe  mal etmiş...Sonra Türk  denince  nasıl Müslüman akla geliyorsa,Müslüman  denince  de  akla  mutlaka  tarikatlar  gelir.

       Evet Türk,ırkıyla dinini bir teknede  yoğurup,onlardan bir bütün meydana çıkaran  kimsedir. Çünkü  bütün  Türkler  Müslüman  olmuş,Müslüman olmayan Türk,Türklük’ten  de  çıkmış: Bulgar,Macar,Fin  gibi...

            Müslüman,kafasına olduğu kadar kalbine de önem veren   kimsedir. Nasıl  ki  kafa   ilmin  midesi   ise,  kalb  de  imanın  hazinesidir.   Kafa ne kadar medrese ise,kalb de o kadar tekkedir. Dolayısı ile,ilim elde  eden  Müslüman,bunu iman ile birleştirir,Kur'an caddesinde böylece yürüyebilir. Zaten İslamı anlayan medrese  kalbi,tekkede  kafayı ihmal etmemiştir. Kafa haramı,helali  öğrenir. Kalb’ de haramlardan müteessir olur,bir nevi acı duyar,işte  imanın  alameti  budur. Halbuki bir müsteşrikin kalbi, bir Müminin kalbi gibi acı duymaz. Çünkü o İslam’ı öğrenmiş,imanı  tatmamıştır, imana pencere açmayan  kalb,bir bakıma et parçasıdır, hatta  Akif'in  dediği gibi  «sinede  yük!»)

            Ahmet Yesevi(ks) den sonra da gerek bağlıları gerekse başka tarikat erbabı tarafından tasavvufi hayat tüm canlılığıyla korunurken,tasavvuf erbabı da Anadolu Selçukluları ve Osmanlı’lar tarafından her zaman korundu ve desteklendi. Aynı zamanda Yıldırım Bayezid’in damadı olan Emir Buhari yaşarken ve vefatından sonra Rumeli akıncılarının piri kabul edilmiştir.1422 yılındaki İstanbul muhasarasına 500 müridiyle katılan Emir Buhari müridlerini devamlı olarak cihad tavsiyesinde bulunan Evliyanın büyüklerinden bir Seyyid idi.

            Gerek devletin kuruluşunda,gerekse gelişmesi sırasındaki fütuhatta çok büyük emekleri bulunan tasavvuf hareketi öz itibarıyla muhalif bir harekettir.

      Bazı araştırmacıların da bahsettiği gibi Hz. Ömer ile başlayan fetihler döneminde ekonomik güç vb. bazı sebeplerle insanlarda oluşan İslami Hassasiyet eksikliği ilk sufileri ortaya çıkarmıştır. Kabaca ifade etmek gerekirse ilk dönem sufiliği bazı sebeplerle İslami hassasiyeti zaafa uğrayan kişilere muhalif olarak ortaya çıkmıştır.

          Her zaman dualarıyla gerektiğindeyse kılıçları ve canlarıyla devletin yanında/hizmetinde bulunan mutasavvıflar devlet ve erkanıyla ilişkilerini her zaman seviyeli tutmuşlardır. Padişahlar ve devlet erkanı üzerindeki nüfuzlarını hiçbir zaman siyasi veya dünyevi iktidar veya servet edinme amaçlı olarak asla kullanmadılar. Emir Buhari padişah damadı olmasına rağmen kendi el emeğiyle geçimini sağlıyordu. Dergahı vefatından sonra hanımı tarafından yaptırılmıştır.

            Bu konudaki en bariz örnek elbette ki Hacı Bayram Veli ve talebesi Akşemseddin’dir. İsyan etmek için etrafına adam toplamak iftirasıyla idam edilmek için huzura getirtilen,iftira anlaşılınca, mahcup olan II. Murad'ın ısrarlarına rağmen şahsı için bir şeyi istemeyen Hacı Bayram Veli (ks) hayatı boyunca el emeği ile kazancıyla yaşadı.

            Akşemseddin veya Akşeyh maneviyat yolundaki elde ettiklerini hiçbir dünya menfaatine değişmedi. Öğrencisi Fatih Sultan Mehmed’i tarikatına almadı, sultandan gelen hiçbir hediyeyi de kabul etmedi, vazifesini yapmış olmanın huzuruyla yaşayışında bir değişiklik olmadan hayatına devam etti. Devlet adamlarıyla seviyeli olmak, devlet imkanlarını kullanmamak sadece Akşemseddin’e mahsus bir tavır değildir. Ehli Sünnet mutasavvıfların tamamı bu durumdadır. Devlet erkanıyla asla sıkı fıkı olmadan, devlet imkanlarını kullanmadan İslam dinini yaşamaya devam ederler. Ehli Sünnet mutasavvıflar her zaman devlet idarecilerinin saygısı kazanmışlar tabiri caizse hediyeye boğulmak istenmişlerse de ısrarla karşı çıkmışlar, seviyelerini her zaman muhafaza etmişlerdir. Osmanlı devletinin pek çok döneminde iftira vb. sebeplerle devlet katındaki idarecilerin sığındıkları yer dergahlardır. Yavuz Sultan Selim bile dergahlardan adam aldırmamıştır.

Aziz Mahmud Hüdai (ks)de saraydan gönderilen hiçbir nakdi hediyeyi kabul etmezdi. Ehli sünnet mutasavvıf (derviş,şeyh) yaklaşımlarına bir örnek olarak kuruluş döneminin meşhur sufilerinden Geyikli Baba ve çağdaşı Yeseviler hakkında Ömer Lütfi Barkan’ın yazdığına göre;

            1326 yılında Bursa’nın fethinin ardından veya fetih sırasında Buhara veya Horasan’dan ‘Eren’diye tabir edilen bazı derviş ve şeyhler Osmanlı topraklarına gelmişlerdir. Bunlardan Bursa kuşatmasına katılan Abdal Murad-Rumeli Fütuhatının başlangıcında Dimetoka’da açılacak ilk tekke-zaviye Abdal Murad adına olacaktır.-Horasan erenlerindendir. Aynı dönemde İnegöl civarında Keşiş dağı civarına müridleriyle yerleşen Geyikli Baba’da Yesevi fukarasından olup,aynı zamanda Baba İlyas müridlerinden ve kendi ifadesiyle Seyyid Ebu Elvan tarikatındandır. Geyikli Baba müridleriyle kendi hallerinde Bursa’nın dışında yaşamakta,Orhan Bey’in davetine olumlu cevap vermemektedir. Geyikli Baba bir gün aniden Bursa’ya gelir,Bey sarayının önüne bir çınar diker, Orhan Bey’e devlet müjdesi verir,şahsı için hediye kabul etmez,Orhan Bey’in ısrarı üzerine dervişlere yurt olmak üzere bir araziyi kabul eder. Rivayete göre Geyikli Baba’nın diktiği çınar Osmanlı Devletinin sonuna kadar yaşamıştır.

             Mevlana Halid-i Bağdadi(ks)nin İstanbul’a gitmek isteyecek halifelerine emrettiği şartlarından biri, kimseden para istememeleri bir diğeri ise Devlet erkanıyla sıkı fıkı olmamalarıdır.

            Burada şu özellikle belirtmekte fayda vardır. Ehli Sünnet mutasavvıfların arası devlet erkanıyla çok iyi olmadığı gibi çok kötü de olmamıştır. Ehli Sünnet mutasavvıflar her ihtiyaç durumunda devletin yanında bulunmaktan,gerekiyorsa da canlarını ortaya koymaktan asla çekinmediler. Osmanlı devletinin kuruluşundan sonuna kadar bu tavır böyle devam etti. Son dönem Osmanlı İlmiyye sınıfından-Dar-ül Hikmetil İslamiye’nin azalarından- Bediüzzaman Said Nursi(ks) talebeleriyle Ermeni’lere karşı silahlı mücadeleye girmekten geri durmadığı gibi,Nakşibendi şeyhlerinden Muhammed Diyauddin(ks)I. Dünya savaşında cephede sağ kolunu kaybetmiş, kardeşinin göğsünden kurşun yarası alarak şehit olması üzerine de şükretmiştir.(Kardeşi sırtından kurşun yemiş olsaydı kaçtığı anlaşılacaktı)

İlmiye sınıfının dirayeti ve Meşayih’in ihtiyaç halinde canlarını feda edecek kadar devlete bağlılıklarının bir örneği de Haçova Meydan savaşında yaşanmıştır. İlmiyye sınıfından Hoca Sadeddin Efendi padişaha sonuna kadar mukavemet telkin ederken,Kibar-ı Meşayih’ten,Eğri seferinde ordu vaizliği görevinde bulunan,Üsküdar Şemsi Paşa Camii vaizi Yayabaşı zade İlyas oğlu Hızır Efendi savaşın ilk veya son gününde 100 müridiyle savaşarak şehit olmuş ve Tatarpazarcığı’nda Dülbendzade camii civarına defnedilmiştir.(İ.H. Danişmend)    

            Ehl-i Sünnet tasavvufundan kısaca bahsettiğimiz konumuzdan anlaşılacağı üzere Ehl-i Sünnet sufiler kendilerini İslam dinine vakfetmiş kişilerdir. Tek amaçları İslam dinini gerektiği şekilde yaşamak ve yaşayışlarıyla insanlara anlatmak olan sufilerin etkilediği ve yetiştirdiği vakıf şahsiyetlerle Osmanlı devleti  bir Vakıf İmparatorluğu haline gelmiştir. Bir Allah dostunun buyurduğu gibi “ Yolcunun Yanlışı Yolun Doğruluğuna Zarar Vermez.”      

( Türkler Ve Ehl-i Sünnet Tasavvufu başlıklı yazı Mustafa ESER tarafından 11.08.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu