Peygamberimiz H.Muhammad Mustafa (s.a.v)in hatırasına ithafen.
serinin on yedinci babı.
nasıl saygı duymam sana
cümle güzellikler hayranın iken
ebedi ferahlığa adanmışken varlığın
nasıl hürmet etmem sana
fecirden başlayarak ta güneş batıncaya kadar
sevda seherinden aşk pazarlarına düşelim
çiçeksiz balların arısı gibi
güzeller zülfünün perçem tellerinde açalım
gönül nergislerinin sarısı gibi
aynı dakikada düğümlenen zamanı paylaştır aramızda
aynı düğümde bağlanalım irem denklemlerine
aydınlat kara düşüncelerimizi
barış getir, esenlik serp dünyamıza
çığlıklar feryada karışmasın
mazluma imdat erişsin hem
gülümse bize
sen bastığı yerde çiçekler büyüten kutlu dost
ne söylendiyse güzellik üstüne hep sana adandı
ne biliniyorsa erdem adına
hep seni besteledi çağlarca
ufku olmayan sahralara
utangaç merhametleri savuranlar
ağu kokan ayrılıkları senin için yüklendiler
ve senin içindi
yüzlerdeki kufi çizgilerin
erguvanlar misali pul pul dökülüşü
kendi yolunda kaybolan kervanlar
seni bulmak için aradılar kendilerini
buğday çuvalına senin için sakladı
bünyaminin tasını yusuflar
yeniden bulmak için
seni gerdanlık diye takarak süslendi züleyhalar
melalini kör kuyularda gizlediler
sensiz yaşadılar ölümcül bozgunları
sensiz, yörüngesinde fısıltıyla can çekişen renkler
akıyor bulanık sellerce
sensiz ilerleyen zamanda efsaneler
esrarlı havzalarda yollarını yitirmekteler
süzülmüş benizlerle söylesin son şarkısını
özlemle nefesi gül kokan çocuklar okusun
son medhiyesini hasretle bayramların
dökülsün ellere cedlerin bereketi
Var Eden'e ulaşsın ıtırlar iklim iklim, kuşak kuşak
muradım, mutluluğum hoş geldin
iyileştir içimizdeki yarayı gel
*
alemlerin efendisi otuz sekiz yaşında
gaipten bazı sesler duyuyor
bir takım ışıklar görüyordu
bazen de kendilerine gaipten
ya muhammed diye sesleniliyordu
efendimiz bu garip seslerin
parlayıp geçen ışıkların
ne demek istediklerine
tam manasıyla vakıf değildi henüz
boşu boşuna cereyan etmediklerini de biliyordu
onları düşünmekle geçiriyordu günlerini
zaman zaman da sadece muhtereme zevcesi
hatice-i kübraya anlatıyordu bu sırlarını
o anda
yeryüzünde maddi hayatta
tek teselli kaynağı
hazret-i hatice validemizdi
resul-i ekrem efendimizi
bir muhafız meleği gibi koruyor
konuşmaları ve sohbetleriyle onu
teselliye çalışıyordu
tam bir sene devam etti bu hali
alemlerin efendisi otuz dokuz yaşında
sadık rüyalar görmeye başladı
gündüzün meydana gelecek olaylar
kendilerine geceden
uyku ile uyanıklık arasında
bir hal içinde gösteriliyor
ve bildiriliyordu
öyle ki
geceden gördüğü rüya
o gecenin sabahında
şafak aydınlığı gibi
çıkıyordu berrak ve apaçık ortaya
efendimizi vahy almaya
bir nevi hazırlama maksadına mebni
bu durum altı ay devam etti
onun mübarek ruhu
tamamıyla yalnızlık arıyordu
cemiyetten uzak durmak
düşünceleriyle baş başa kalmak
en büyük arzusuydu
çünkü ruhu sıkılıyordu
içinde bulunduğu cemiyetin ahlaksızlığından
zulüm ve zulmetinden
ona yalnızlık sevdirilmişti adeta
öyle ki
her şeyinden vazgeçebilir
kainatla ve kendi tefekkür alemiyle
baş başa kalmaktan asla vazgeçemezdi
bu sebeple
onun mekke içinde pek durmadığı
hep insanlardan uzak ıssız yerleri seçtiği
buralarda hususi tefekküre
daldığı görülüyordu
bu yalnızlık sırasında
adeta dağdan, taştan, yerden gökten
dünyanın niçin yaratıldığını
insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini
gaye ve maksatlarını sorguluyordu
ne var ki bu suallerine
ne hiranın kayaları
ne uçsuz bucaksız çöller
ne gündüz aleminin lambası güneş
ne karanlık gecenin kandili ay
ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar
ne de gelip geçen bulutların hiç biri
cevap veremiyordu
ve o
bu suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde
gün ve gecelerini geçiriyordu
fahr-i kainatın mübarek ruhu
zahiren yalnızlık istiyordu
hakikatte ise kainatın yaratıcısı
Cenab-ı Hakk'a muhatap olmak arzusunu
ruhunun derinliklerinde taşıyordu
yalnızlık içinde
sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu
bu hal, az veya çok
hemen hemen bütün peygamberlerin
vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştü
hz. musa, peygamberliğinden önce
kırk gün kadar tur dağında dünyadan uzak
oruç tutmakla vakit geçirmişti
yine hz. isa sakin bir ormanda
kırk gün kadar her şeyden uzak
ibadetle meşgul olmuştu
alemlerin efendisi kırk yaşında
yıllardan beri devam edip gelen bir adet vardı
her senenin ramazan ayını
hira dağının tepesindeki mağarada
tefekkür, ibadet ve dua ile geçirirdi
burası sesiz ve sakindi
tefekkürüyle baş başa kalması için
en müsait yerdi
cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübarek ruhları
burada adeta teneffüs ediyor
ve huzur buluyordu
resul-i ekrem efendimiz
hira mağarasında rastgele değil
ceddi hazret-i ibrahim'in
hanif dini üzere
ibadet ve taatta bulunuyordu
ömr-ü saadetlerinin bu kırkıncı senesinin
ramazan ayını da
aynı şekilde hira'da
ibadet ve taatla geçirecekti
hanımı hatice-i kübra'nın hazırladığı azığıyla
hira dağına doğru ilerliyordu
kainat o anda adeta
efendisinin attığı her adımı
hürmetle takip ediyor
derin bir sükunete gömülü duruyordu
bu sükut ve sükunet manasız değildi
ibret ve hikmetle doluydu
dünyanın bu manalı sessizliğine
peygamberimiz (s.a.v.) de
katılıyordu derin düşüncesiyle
sanki kainat
onun muazzam ruhuna
derinden derine fısıldıyordu
sebeb-i vücudum sensin
manamı da en güzel izah edecek sensin
hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin
onun için sana minnettarım
sana hürmetkarım...
alemlerin efendisi, artık sesiz
ilahi tecelli mazhariyetine erecekmiş gibi sakin
hira dağının tepesindeki mağarada
burada ibadet ve taatla
dua ve tefekkürle meşguldü
redfer